Amerika Gözlemleri – 5
Ayşen'in kendi tavuklarıyla ilgili anlattığı öyküler ve yaralanan tavukları kucağına alıp tedavi etmesi beni öyle etkilemiş ki, artık et yiyemez hale gelmişim, farkına varmadan.
Doğan Cüceloğlu Hermosa Beach, Kaliforniya
3 Şubat gecesi rahat bir yolculuktan sonra sabahın erken saatinde Los Angeles’a geldim. Hava alanındaki araba kiralama olanaklarından yararlanarak bir araba kiraladım, onda da uydu ile adres bulma olanağı vardı ve gideceğim otelin adresini girdikten sonra beni yönlendirdi; sabahın erken saatinde pek trafik yoktu ve ben Dallas deneyiminden sonra arabadaki adres buldurucuyu daha iyi kullanmasını biliyordum. Ayrıca Los Angeles benim eski mekandı ve kente aşinalığım vardı. Odaları temizleyenler saat 9’da çalışmaya başlıyorlarmış, onun için iki-üç saat beklemem gerektiğini söylediler. Ben de motelimin bulunduğu Hermosa Beach kasabasının deniz kıyısında bir gezinti yapmak istedim.
Kesif bir sis vardı ve sisin getirdiği serinlik insanın iliklerine işliyordu. Hawaii’den daha serin olduğu kesindi. Hermosa iskelesine gittiğimde iskelenin yürüyüş yoluna surfing alanında başarı gösteren kasaba gençlerinin – hem kız hem erkek- adlarının yazılı olduğunu gördüm. Surfing geleneğini gençler arasında devam ettirmenin iyi bir yolu, diye düşündüm. O gün Santa Monica ve Venice Beach’te biraz turladım ve o yörelerde geçen acı ve tatlı günlerimi anımsadım. İnsanın içi mutsuz olunca çevre ne kadar güzel de olsa iç bunalımından tamamıyla sıyrılamıyor. İnsanın içi huzur ve mutluluk doluysa çevredeki dış güzellik daha anlamlı ve yakın geliyor.
Benim, İnsanı Ararken kitabını okumuş olanlar bu yörelerde geçirdiğim yalnız ve acı günlerden ne demek istediğimi anlarlar. Los Angeles’ta Mış Gibi Yaşamlar kitabımı kendilerine sunduğum Lee Broadbent ve Bobbe Browning’i ziyaret ettim. Lee ile tanışıklığımız 1971’lere uzanır. O zaman o bir Türk bayanla evliydi ve eşi ODTÜ’de çalışırken Lee’ de Hacettepe Psikoloji de çalışıyordu ve ben onunla aynı ofisi paylaşıyordum. Daha sonra ben Kaliforniya’ya gidince aynı üniversitede çalışmaya başladık ve orada yeni eşi Bobbe (“Babi” diye okunuyor) ile tanıştım. Kaliforniya’da ilk ev alma teşebbüsümde bana ilk cesareti ve parayı veren Bobbe olmuştur. Türkiye’de bile aile üyelerinin birbirine ender yaptığı bir davranışı o bana, benim, hayır istemiyorum, dememe rağmen ısrar ederek yaptı.
Bobbe şimdi bir akciğer hastalığına tutulmuş; eskiden sürekli sigara içerdi, sanırım onun olumsuz etkisi çok olmuş, alabildiği oksijen miktarı gittikçe azalıyor. Üç yıl önce aldığı nefesteki oksijenin yüzde 60’ını alırken şimdi yüzde 32’lere düşmüş ve anladığım kadarıyla bunun çaresini bulamamışlar. Her görüşümde Bobbe biraz daha halsiz ve yorgun gözüküyor. Oksijen alımını artırmak için hava pompası takıyor burnuna ve gece onunla uyuyor. Lee ve Bobbe emekliler ve mali durumlarını iyi planladıkları ve ekonomik yaşadıkları için birkaç evleri var, bir tekneleri var ve arabaları lüks. Ama sağlık olmayınca bütün bu mal ve mülkün hiçbir anlamı olmadığı çok belirgin olarak ortada gözüküyor. Benim sıkıntılı günlerimde bana yakınlık ve dostluk gösterdiler ve destek oldular. Kendilerini çok yakın dostlarım olarak görüyorum.
Bir akşam üniversitede (California State University, Fullerton, kısacası, CSUF) birlikte çalıştığım Bob Ericksen’i evinde ziyaret ettim. Bob gay (eşcinsel) ve Brian’la birlikte oturuyorlar. Bob üniversitede yabancı öğrenciler ofisinin müdürü ve Brian yakındaki bir kasabadaki lisede sanat-el işleri- dersi öğretmeni. AC (Ey Si diye okunuyor) adını verdikleri çok eski köpekleri ölmüş, şimdi daha ufak bir köpek almışlar, köpeğin adını “Raleigh” koymuşlar. Brian’ın North Carolina’da oturan çok sevdiği bir arkadaşının adıymış. Her ziyaretimde Brian öğrencileriyle ilgili gözlemleri ve anılarını benimle paylaşır. Bu kez şunları anlattı: Okulda bir bayan öğretmenin dersinde öğrenci el kaldırmış ve “S….sım geldi, gitmem lazım!” demiş. Öğretmen kulaklarına inanamamış ve bunu okul yönetimine söylemiş. Okul müdürü bayan öğrencinin velisine telefon etmiş ve biliyor musunuz, çocuğunuz öğretmene ne demiş, diyerek olayı anlatmış. Baba, ne var bunda, doğru değil mi, s…sı gelmişse öyle söylenir, demiş. Müdür bir şey demeden telefonu kapatmak zorunda kalmış. Ama bilmelisiniz ki bu okullara giden öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun anababaları okumamış, mesleği olmayan, fakir cahil insanlar. Katrina fırtınası nedeniyle bu tür cahil ve mesleksiz insanları New Orleans’da televizyon haberlerinde görmüştük. Okulda olan bir başka olayda şu: Bir öğrencinin annesi okul müdürüne telefon etmiş ve okul bitişinden sonra okuldaki tuvaletlerin kapanmasını istediğini söylemiş. Okul müdürü bunun mümkün olmadığını çünkü okulda dersler bittikten sonra birçok spor ve sanat faaliyetlerinin yer aldığını ve tuvaletleri kullanmak isteyen insanların bulunduğunu söylemiş. Kadın ısrar etmiş. Okul müdürü bu ısrarı anlayamadığını ve niçin böyle bir şey istediğini kadından sormuş. Kadın açıklamış. “Üç hafta önce benim kızım okul çıkışında tuvalete gitmiş, tuvalette hoşuna giden bir erkek öğrenciyle karşılaşmış, tuvaletin içinde birlikte olmuşlar, kız hamile kalmış. Bu başka kızların başına gelmesin diye tuvaletlerin kapanmasını istiyorum,” demiş. Müdür, “Tecavüzden mi söz ediyorsunuz, öyleyse bunu takip edelim!” deyince, anne, “Hayır, tecavüz değil, rızasıyla yapmış, ama tuvalet kapalı olsaydı, yapamazdı,” demiş. Müdür, “Emin olun bayan, sizin kızınız başka bir yer bulmayı başarırdı herhalde!” demiş ve buna anne çok bozulmuş. ABD’de sosyal yapı farklılaşması ve ahlak anlayışı konusunda bunlar çok güçlü gözlemler. Bob ve Brian’la konuşmamda Amerikan toplumunun sorunlarını yeniden gözleme olanağı buldum. Yavaş yavaş orada da okullar eğitim vermekten çok çocukları sınava hazırlayan kuruluşlar haline gelmeye başlıyormuş. Kendimle ilgili bir gözlemi de paylaşmadan edemeyeceğim.
Güney Kaliforniya’da bir fast food zinciri var: El Polo Loco. Meksika usulü tavuk ızgara yaparlar ve dürümleri salsa, bulgur pilavı ve kuru fasulyeyle çok hoşuma giderdi. Bir öğle motelin yakınındaki El Polo Loco lokantasına gittim ve içeri girince menülerine baktım ve tavuk ve genel olarak et yiyemeyecek hale geldiğimi anladım. Ayşen’in kendi tavuklarıyla ilgili anlattığı öyküler ve yaralanan tavukları kucağına alıp tedavi etmesi beni öyle etkilemiş ki, artık et yiyemez hale gelmişim, farkına varmadan. Ancak o an farkına vardım. Ve o günden beri balık dışında et yemiyorum. Kendi kendime sordum, bu davranışımın altında yatan ilkeyi nasıl ifade edebilirim, diye. Bugüne kadar bulabildiğim şu: Duygusal empati kurabileceğim yaratıkların etini yiyemeyecek hale geldim. Acı çeken, korkan, sığınan, bu duyguları taşıdığını sandığım canlıların benim yemem için öldürülmelerine içim izin vermiyor. Balıklar? Balıklarla henüz duygusallık kurabilmiş değilim, o nedenle beni şu anda etkilemiyor.
Ama belli olmaz, nereye içimin gideceğini bilmiyorum. Şimdilik böyle hissediyorum ve bu bana doğru bir karar olarak gözüküyor. Ve bütün bunlar Ayşen’in anlattığı tavuk hikayelerinden kaynaklandı.
Los Angeles’ten 7 Şubatta çıktım ve New York üzerinden 8 Şubat sabahı İstanbul’a geldim. Bu satırları İstanbul’dan yazıyorum.
Doğan Cüceloğlu (18/02/2006)
0 Yorum