Amerika Gözlemleri -3
"Nedir kardeşim, bunların da her iki kelimesinden biri "lütfen," öbürü de "teşekkür ederim." Artık bu kelimelerin de hiç anlamı kalmadı, insanlar daha seçerek bu kelimeleri bilinçli kullanmalı," dedim. Daha sonra da, "Bu bir savunucu tutum olmasın, Doğan? Emin misin? diye düşündüm.
Doğan Cüceloğlu (27.01.2006 Seattle)
Sise rağmen uçaklar kalktı. New York’ta Timur’un evinin önünden bir taksiye bindim; adam sanırım Hindistan kökenli ya da dünyanın o yöresinden. Bavullarımı taksiye koymama kibarca ve saygıyla yardım etti – ki genellikle bu tür saygı taksi şoförlerinde pek yoktur- ben, “JFK” deyince bilmiş bilmiş gülümsedi. Daha sonra, “İlk müşterim sizsiniz, bana uğurlu geleceksiniz!” dedi. Ben hemen kafamdan, “Siftah senden bereket Allah’tan” demek istediğini düşündüm. “Bugün senin işin çok iyi gidecek çünkü ben insanlara uğur getiririm,” dedim. ‘Zaten ben anlamıştım’ dercesine sıcak bir gülümsemeyle cevap verdi. John F. Kennedy Havaalanı’na vardıktan sonra valizleri indirmeme yardım etti, ben de iyi bir bahşiş verdim.
Altı saat kadar uçtuktan sonra Seattle’a vardım; Ayşen ve Joshua beni bekliyorlardı. Joshua ben kendisini arayayım diye saklanmaya kalktı, ama çabucak saklandığı yeri buldum ve sarıldık. Kucağıma alırken konuşmaya başladı ve ben onlarla kaldığım süre içinde sürekli heyecanlı bir şekilde makineli tüfek gibi konuşmaya devam etti. Ayşen’i daha enerjik ve mutlu gördüm; Joshua şimdi 7 yaşında büyümüş ve okula gitmenin, harflerini öğrenmenin, ilk kez yazı yazmanın heyecanı içinde. Hava alanında Ayşen’in arabasına binerken beraber, “Haydi dede bana Joshua hikayesi anlat!” dedi. ‘Joshua Hikayesi’ şöyle anlatılıyor; Joshua, hikayenin esas kahramanı, ama onun yardımcıları var ve bir ekip olarak çalışıyorlar ve kötülüğe karşı iyiliği temsil ediyorlar (Süpermen ve Örümcek Adam gibi). Kim bu ekiptekiler: bir kuş var, Joshua onun adını Cornhead koydu: ‘mısır kafalı’ demek, niye böyle koydu ne o biliyor ne de ben. Kedinin adı Tiger, o kaplan demek, anlıyorum. Bir karınca ordusu var, onların adını Bud Biter koydu, popo ısıran anlamına geliyor. Fare, tavşan, sincap hep özge isimlerle onun ekibinde ve birlikte kaçırılan çocukları buluyorlar, hırsızları yakalıyorlar. Ben hikayeye başlıyorum, “Bir gün bir anne Joshua’ya geliyor, benim çocuğumu kaçırdılar ne olur, kızımı benim için bul, polis bulamadı, diyor. Kadına, “sen hiç merak etme şimdi ben ekibimle bu işi hallederiz, diyor Joshua.”
Ben bu noktaya gelince Joshua sözü benden alıyor ve hikayenin geri kalan kısmını makineli tüfek gibi hızla konuşarak kendisi anlatmaya başlıyor. Kuş tepeden uçuyor haber veriyor, kedi ağaçtan ağaca atlayarak kötü adamları takip ediyor, karıncalar adamların kıçlarını ısırmaya başlıyor, farelerin üzerlerine taktıkları özel füzelerle adamların otomobilleri havaya uçuruluyor. Bütün bunları büyük bir heyecanla kendinden geçercesine anlatıyor ve tıkandığı bir noktaya gelince, bana dönüyor, “Sonra ne oluyor dede?” diye bana soruyor. Onun bıraktığı yerden ben yeniden bir şeyler yapılandırıp anlatmaya başlıyorum (beni en çok yoran neyi nereye nasıl koyup anlamlandıracağım oluyor) ve iki cümle sonra o yeniden benden sözü alıyor ve büyük bir heyecanla kendi fantezi dünyasına giriyor.
İşte böyle anlatılıyor Joshua hikayeleri. Ve Seattle’da kaldığım dört günün büyük bir zamanı Joshua hikayeleri anlatılarak geçti. Hem çok zevkli, ama yaratıcılık yönünden kritik noktalarda beni bayağı zorluyor. Havaalanından eve geldiğimizde bayağı geç olmuştu.
New York Seattle arasında üç saatlik bir zaman farkı var; Ayşen’in evine geldiğimizde saat akşamın 10:30’u olmuştu, yani New York zamanı gece yarısından sonra 1:30 demekti. Ayşen benim için bir yer döşeği yapmış; içi hava dolu, küçük bir motor yatağa eklenmiş durumda, yatağı istediğin kadar şişkin-sert ya da inik-yumuşak yapabiliyorsun. Ayşen’in evi şehrin kıyısında ormanlık içinde bir ufak sitede yer alıyor. Her yer büyük büyük ağaçlarla çevrili; gerçek bir orman. Joshua sürekli doğanın içinde.
Ertesi sabah Joshua benim odaya geldi, “Haydi bana Joshua hikayesi anlat” diye yatağa kıvrıldı. Bu hikaye seanslarından birini olduğu gibi kaydetmeyi çok isterdim, ama hazırlıksızdım, ses kayıt aracım yoktu. Sonra aşağıya indik ve mutfak oturma odası karışımı mekanda Ayşen kahvaltı hazırlarken Joshua resimleri getirdi ve onun doğum gününde çekilmiş resimleri bana gösterdi. Teyzesi Elif Joshua’nın doğum günü için Hawaii’den gelmiş ve yakındaki bir at çiftliğine gitmişler; resimler çektirmişler.Joshua, “Ben iki farklı ata bindim,” diyerek bana bindiği atları gösteriyordu. “Bu Zipper (atın ismi, Türkçe Fermuar anlamına geliyor), beni çok sevdi ve bak burada ben ona havuç veriyorum. Bu öbür büyük at kovboy filmlerinde yer almış, çok kocaman bir at ve adı Buck.” (Buck at ismi, köylüler, yani çiftçiler insan ismi olarak da kullanıyorlar ama Türkçe ne anlama geliyor, bilmiyorum.) Elif’in bindiği atın adı Apache (Kızılderili kabilesinin adı) ve Ayşen’in bindiği atın adı Hanna (bir kadın adı). Daha sonra oradan akşamüzeri bir yemeğe gidiyorlar ve orada çekilmiş resimlerde Joshua’nın “arkadaşım” dediği bir adamın resmi var. “Bu mu senin arkadaşın?” “Evet, onu doğum günü partisine ben davet ettim?” “Arkadaşının adı ne?” “Jason.” “Jason kaç yaşında?” “Bilmem,” dedi ve kahvaltı hazırlamakla meşgul annesine, “Anne Jason kaç yaşında, biliyor musun?” diye sordu. Ayşen, “Tam bilmiyorum, ama sanırım 34 yaşında,” dedi. Joshua 7 yaşında ve 34 yaşında bir arkadaşı var ve aile onun arkadaşını doğum gününe davet ediyor; bu Joshua’nın hakkı. Adam bu sitede oturuyormuş ve Microsoft’ta çalışıyormuş. Aslında Kelly’nin de (Joshua’nın babasının da) arkadaşı ama Joshua’nın arkadaşı olma özelliği göz ardı edilmiyor. Diğer resimlerde tavuklar vardı; o zaman Ayşen’in kümesi olduğunu öğrendim. Üç tavukları varmış. Şu anda ancak Sunshine (Güneş ışığı) isimli tavuk geriye kalmış, onun da bir gözü kör. Woodpecker (ağaçkakan) isimli tavuk bir hafta önce bir atmacanın saldırısına uğramış. “Sunshine sürekli çığlık atıyordu, ne oluyor bunlara diye dışarı çıktım, baktım atmaca Woodpecker’i parçalamış ve ötekine saldırmaya hazırlanıyor; hemen gittim onu kapalı bir yere aldım,” diye Ayşen anlatmaya başladı. “Daha sonra kapalı bir kümes yaptırdım, şimdi Sunshine orada tek başına kalıyor. Çok yalnız, onu tavukları olan bir komşuya vereceğim, çünkü ben ancak Nisan ayında yeni civcivler alacağım; buranın mevsimi öyle gerektiriyor.” “Üç tavuğum vardı dedin; üçüncüsü nerede, ona ne oldu?” “Haa, onun adı Iron (demir) idi ve o bir racoon (Türkçesi rakun??) tarafından yendi. Kümesin altından kazarak kümese girmiş, tavuklar çığlık çığlığa, rakun Iron’u parçalamış öbürlerine saldırmaya hazırlanıyor. Elime beysbol sopasını aldım ve bağırdım, “Hey, defol oradan!” dedim. Bana, “Sen kim oluyorsun! Haddini bil!” gibi küstahça baktı. Kafamın tası attı, elimdeki sopayı ona fırlattım ve bütün gücümle “Defooooollll” diye bağırdım. Kaçtı. “Kümese girdim, Iron parçalanmıştı. Woodpecker’in sol kanadı kopmak üzereydi, ve vücudunun yarısı parçalanmıştı; rakun pençesiyle Sunshine’nın sol gözünü kör etmişti. “Onları eve getirdim, yaralarını temizledim, Woodpecker kucağımda onun yarasına merhem sürerken Sunshine sürekli ayağıma dokunuyor ve o da kucağa alınmak istiyordu. Onu da kucağıma aldım ve ona da merhem sürdüm. O akşam hiç kucağımdan inmek istemediler, birini ben birini Joshua kucağımıza aldık, saatlerce onları okşadık ve sakinleştirdik. Merhem iyi geldi ve üç beş hafta içinde iyileştiler. Woodpecker yumurta vermeye başlamıştı, ama onu da atmacaya kaptırdık.”
Biz bunları konuşurken Thunder (Gökgürültüsü) adını verdikleri tavşan evin içinde serbestçe geziyordu. Sıkılınca gidip kafesine giriyor, ama kafesin kapısı 24 saat açık olduğu için istediği zaman çıkıp gezebiliyor. İnsanların konuştuğu ortamları seviyor, pek yaklaşmıyor, ama o sosyal ortamın bir parçası olarak oralarda bir yerlerde sesleri duyacak şekilde geziyor. Gördüğünüz gibi Joshua’nın çevresi doğayla çevrili ve doğanın gerçeğini farkına varmadan yaşayarak öğreniyor. Dikkatimi çeken şeylerden biri, bireyselleşmenin derecesini gözlemek oldu. Atların ve tavukların her birinin kendine ait adları vardı ve bu çok doğal karşılanıyordu; daha doğrusu bu kültürde böyle olması gerektiği düşünülüyor. New York’ta metroda dilenen kızın, “Günaydın baylar bayanlar, benim adım Andrea ve ben 32 yaşındayım,” kendini bir birey olarak tanıtması bu düşüncemi destekliyor.
***
Ayşen Joshua ile gurur duyuyor, bunu her halinden anlamak mümkün. Bir keresinde bir adam evinin önü temizliyor, dökülen yaprakları toplayıp bir torbaya dolduruyormuş ve çalışırken ağzında bir sigara tüttürüyormuş. Joshua adama bakmış ve annesine, “Bu adam evinin temiz görünmesine kendi sağlığından daha çok özen gösteriyor!” demiş.
***
Joshua okula ilk başladığı gün çok kaygılıymış ve annesinin elini bırakmak istemiyormuş. Sınıfa annesiyle birlikte girmiş. Öğretmen, “Beş dakika çocuğunuzla birlikte kalabilirsiniz, daha sonra gitmeniz gerekir,” demiş. Ayşen, “Ben ayrılırken Joshua’nın gözleri doldu, elimi sıkı sıkı tuttu, bırakmak istemedi,” dedi. Ertesi gün yine beş dakika kaldıktan sonra okuldan ayrılırken Okul Müdürü Bayan, “Hiç merak etme, şimdi kaygılanır, ağlar, ama sonunda daha kuvvetli biri haline gelir; senin de istediğin bu, değil mi?” demiş. Ayşen gözleri yaşlı, “Evet öyle, ilk ayrılışımız kolay olmuyor,” deyince, Bayan Müdür kucaklamış Ayşen’i, “Bana inan, yılların deneyimi içinde konuşuyorum, her şey onun için daha iyi olacak,” demiş. “Baba, o Müdür’ün o sözleri bana öyle iyi geldi ki, bütün üzüntüm uçtu gitti. Okul annesi olarak çalışmak için gönüllü olmaya karar verdim,” diye duygularını anlattı. Şimdi haftada bir gün gönüllü olarak okula gidiyor ve sınıf için değişik işlere yardımcı oluyor. Bir süre öğle yemeklerini birlikte yemek için okula gitmişler, ilk başlarda Joshua annesinin çok yakınına, hatta hemen hemen kucağına otururken, yavaş yavaş uzağına oturmaya başlamış ve üç hafta sonra, “Anne, sen artık gelme, seninle konuşmaktan arkadaşlarımla konuşamıyorum,” demiş. “Hem çok memnun oldum; hem de geleceğin ilk tadını aldım; o kendi yolculuğuna devam edecek ve ben uzaktan onu seyredeceğim; senin bize yaptığın gibi baba,” dedi. Birbirimize sarıldık, ikimizin de gözleri ıslaktı.
***
Çocuklarım anneleri Amerikalı olduğu ve Amerika’da büyüdükleri için Türkçeyi rahat konuşamıyor ve o nedenle benim yazdığım kitapları okuyamıyorlar. Bu Seattle ziyaretimde “Savaşçı” ve “İletişim Donanımları” kitaplarımı İngilizceye çevirterek çocuklarımın okumalarını sağlamak gerektiğine karar verdim. Böylelikle bendeki düşünce gelişmelerini çocuklarım daha iyi takip edebilecekler.
***
Bir keresinde Ayşen, George Bernard Shaw’ın şu sözünü söyledi: Hayat kendini keşfetmek ve bulmak için değil, kendini yaratarak var etmek içindir. (Life is not about finding yourself; it is about creating yourself.). Bu sözün anlamı üzerine uzun konuştuk. Umarım bu yazıyı okuyanlar bu söz üzerine düşünürler ve düşündüklerini benimle paylaşırlar.
***
Ayşen’le Seattle’da Bilim Merkezine gittik; çocuklarda bilimsel düşünceyi geliştirmek için kent yönetiminin bir girişimi. Uzay İğnesinin bulunduğu eğlence parkının içinde. Oraya giderken ve diğer değişik yerlere araba sürerken Ayşen’in araba sürmesine dikkat ettim. Çok rahat, arkadaki şimdi korna çalacak, küfredecek kaygısı yok. Bir keresinde saatime baktım, yarım saat içinde İstanbul’da kesin kes dört korna çalınacak biçimde Ayşen’in davrandığın gözledim. Kendisine, İstanbul’da bu tür araba sürecek olursa ne olacağını söyledim. “Baba o şehirde yaşamak insanı çok yorar, böyle davranılırsa yaşam kalitesi çok düşer,” dedi.İstanbul’da araba kullanmadığımı söyledim.
***
Bugün Joshua’yı okula bıraktıktan sonra, Ayşen’le birlikte kahvaltı yaptık ve daha sonra Ayşen beni Seattle Havaalanına bıraktı. Joshua Seattle’da benim kaldığım üç gün içinde, benimle daha fazla zaman geçirmek için okula gitmemişti. Alaska Havayolları ile Seattle’dan Los Angeles Havaalanına geldim. İki şehir arası iki saat ve aynı saat dilimini kullanıyorlar. Los Angeles Havaalanında görevli bir bayana gayet kibar bir tavır içinde bir soru sordum, o da uygarca yanıtladı. Kadının söylediklerini duyup anladıktan sonra öğreneceğimi öğrendim ve oradan ayrıldım. Bir süre sonra farkına vardım ki, kadına teşekkür etmedim. Türkiye’de uzun süre kalışımın etkisinin ister istemez kendini göstermeye başladığını düşündüm.
Orlando’da Yıldız, 4 yaşlarında bir kızla annesinin etkileşimini anlatmıştı. Kız, “Lütfen” ve “Teşekkür ederim” demeden annesinin çocuğun istediğini yapmadığını belirtmişti. Daha sonra kendi kendimi teselli ettim: “Nedir kardeşim, bunların da her iki kelimesinden biri “lütfen,” öbürü de “teşekkür ederim.” Artık bu kelimelerin de hiç anlamı kalmadı, insanlar daha seçerek bu kelimeleri bilinçli kullanmalı,” dedim. Daha sonra da, “Bu bir savunucu tutum olmasın, Doğan? Emin misin? diye düşündüm. Gelecek yazım kızım Elif’in yanından olacak. Her gün internet sitesine giriyor ve yazılanları okuyorum. Yazdıklarınız benim tarafımdan mutlaka okunuyor, biline!
Selamlar,
Doğan Cüceloğlu (27.01.2006) (Seattle)
Yorumlarınızı Paylaşın
İlgili yazılar
Amerika Gözlemleri – 2
Amerika Gözlemleri (1)
Baba Olmak ve Babalık Yapmak
“Amca Gidiyor!”
Gezimden Notlar – 4
İlgili kitaplar

DAMDAN DÜŞEN PSİKOLOG

İÇİMİZDEKİ BİZ

İLETİŞİM DONANIMLARI

SAVAŞÇI

0 Yorum