Bir Sohbet Oluşturmak… Ve Sohbet İçinde Kalabilmek (7)
"Biriyle sohbet içine girip o sohbeti devam ettirebilmek için gözlemleyen bilince ulaşmış olmak gerekir."
Gözlemleyen Bilinç
Bir hafta önceki yazımı, gözlemleyen bilinç düzeyine erişmedikçe gerçek özgürlüğü bulamayız, diye bitirmiştim.
Gözlemleyen bilinç nedir?
Başımdan geçen bir olayı anlatarak açıklamak istiyorum.
Akmerkez’den çıkıyordum; arkamdan birinin geldiğini fark ettim ve kapıyı onun için tuttum. Ellilerinde bir bayandı hiçbir şey söylemeden tuttuğum kapıdan geçti ve önümde yürüyerek ikinci aşamadaki kapıdan önce o geçti ve kapıyı yüzüme bırakarak çıkıp gitti.
İçimi bir öfkenin bürüdüğünü hissettim. Hem kadına kızgındım hem de kendime.
Kadına bana kaba davrandığı, kapıcı muamelesi yaptığı için, kendime de böyle kaba bir insana kapı tuttuğum için kızgındım.
Birden farkına vardım ki o an ben öfkenin esiriyim; öfke benim efendim. Savaşçı kitabında anlattığım Savaşçı ruhundan çok uzaktım. Savaşçı, “her şeyi üstesinden gelinmesi gereken bir öğrenme fırsatı olarak görür;” ben ise öfke ile doluydum ve bu durumdan öğrenebileceğim herhangi bir şey olduğunu aklımın ucuna dahi getirmemiştim.
Düşündüm, bu durumda ben ne öğrenebilirim?
Kadının gözüyle duruma bakarak, onun bu duruma ne anlam verdiğini ve niçin böyle davrandığını anlayabilirim, diye düşündüm.
Aklıma şu geldi: bu kadın içinde yaşadığı bu toplumda birinin kendine kapı tutmasına alışık değil, o nedenle biri kapı tutuyorsa özel bir amacı, bir tavrı, beklentisi olduğu için kapı tutuyor, diye düşünebilir.
Daha sonra toplumumuzdaki insan ilişkilerine baktım; sürekli bir çıkar beklentisi içinde olan insan ilişkilerini düşündüm. Çıkarı yoksa, tanıdık bildik değilse, insanların birbirlerine selam dahi vermedikleri bir toplumda yaşadığımı düşündüm. Bu kadın önce çocuk, sonra genç kız ve kadın olarak bu toplumda kimlerle karşılaşmıştı ve bu insanlar güler yüz gösterdiklerinde, kapı tuttuklarında ondan ne beklemişler, ne istemişlerdi acaba?
Bu düşünce beni iki farklı algı zeminini anlamama götürdü: Birincisi benim zeminimdi, diğeri ise o kadının.
Benim algılama zeminimde o kişinin kadın veya erkek olması önemli değildi. Arkadan biri geliyorsa uygar bir insanın yapacağı davranış arkadaki “insana” kapıyı tutmaktı. Onu yaptım.
Kadının algılama zemininde ben bir insan değil, bir erkektim. Kapıyı tuttuğuma göre o kadına ilişki kurulacak bir kadın olarak bakıyordum ve kapıyı tutmam da oltaya takılmış bir yemdi. Ben hiç orada yokmuşum gibi davranarak bana, “yemezler!” mesajını vermişti.
Bunun farkına varınca hem kadına hem de kendime olan öfkem yok oldu. Ve çevremdeki birçok kadın erkek ilişkisine yepyeni bir gözle bakmaya başladım.
***
Gözlemleyen bilinç algılamalarınızın temelinde yatan zeminleri görmenizi sağlayan üst zemindir. Oluşturduğum üst zemin sayesinde beni esir eden öfkenin altında yatan zeminin farkına varabilmiş ve ancak ondan sonra onun ötesine geçerek yeni bir algılama, yeni bir anlam verme düzeyine erişmiştim.
Gözlemleyen bilincim beni kendi algılamamın esaretinden kurtarmıştı.
Gözlemleyen bilince ulaşmamış insan kendisinde olan, çocukluğundan beri öğrendiği, kullandığı ve taşıdığı algı zeminlerinin ötesine geçemez. O nedenle kişi sürekli kendi algılamasının esiri olarak olaya ancak kendi gözüyle bakabilecek, o bakışın ötesine geçemediği için de karşıdakinin gözüyle olayı anlayamayacak ve sonuçta karşıdaki ile sohbet içine girme olanağı bulamayacaktır.
Biriyle sohbet içine girip o sohbeti devam ettirebilmek için gözlemleyen bilince ulaşmış olmak gerekir.
Her zaman başarılı değilim
Kendi algılamamın esaretinden kurtulmakta ve gözlemleyen bilince ulaşmakta her zaman o kadar başarılı değilim.
Geçenlerde bir özel okulun velilerine konuştum ve o konuşmamda Amerika’ya ilk gittiğim haftalarda başıma gelen bir olayı anlattım. Koltuğa çıkmaya çalışan küçük çocuğa yardım ettiğimde babası, yardım etmesen o kendi çıkacaktı ve kendine göre bir zafer kazanacaktı, sen onun zaferini çaldın, demişti. Bu örneği vermekteki temel amacım çocukların yaşamdan yalıtılmamaları gerektiği, onların da kendi çaplarında yaşam mücadelesini yaşamaları gerektiğini söylemek, bu fikrin altını çizmek idi.
Konuşmamın sonunda bir kadın ısrarla soru sormak istedi ve el kaldırdı. Sorduğu soruyu ben şöyle anladım: “Madem Amerikalılar bu kadar mükemmel çocuk yetiştirmesini biliyorlar, neden bu kadar vahşiler dünyayı da vahşete boğuyorlar?”
Şaşırdım kaldım. Aklı başında bir kadın nasıl olurda bu konuşmadan böyle bir mesaj çıkarır, anlayamamıştım.
Amerikalılar mükemmel mi diyorum, onu mu anladınız bu konuşmadan diye sorduğumda, evet öyle diyorsunuz, gibi bir şeyler söyledi. Yani onun söylediklerini ben öyle anladım.
İçimde öfke vardı. Bir tarafım öfkenin farkındaydı ve bu öfkenin temelinde kadının bu olaydan bu sonucu çıkarmasının mümkün olmadığı, kendine özgü bazı nedenlerle beni kullanarak Amerika ve Amerikalılar hakkındaki bitmemiş işlerini ortaya döktüğünü düşünüyordu. “Kullanılıyorum” zemini beni çok rahatsız etti. O kadar emek vermiş ve anababalar için bir konuyu tüm ayrıntılarıyla anlatmıştım. Sonunda ortaya çıkan anlayış, “bu adam Amerikan hayranı!” idi ve bu bana, emeğime yapılan büyük bir saygısızlıktı.
Başka bir tarafım öfkelendiğimin farkındaydı ve kendime, “Doğan yanlış yoldasın, öfkenin olduğu yerde ne sen ne de o öğrenir!” diyordu. Ama öfkenin üstüne çıkacak hiçbir şey yapamıyordum.
“Siz bu konuşmadan bir şey öğrendiniz mi,” diye sorduğumda, “ben zaten hepsini biliyordum,” yanıtını aldım.
Bu okul velilerine ayda bir konuşma yapıyorum ve bu konuşmam dizideki ikinci konuşmamdı. “O zaman sizin daha sonraki toplantılara gelmenize gerek yok!” dedim ve semineri bitirdim.
Kadın, “siz beni anlamadınız…” diyerek benimle konuşmak istedi ama onunla konuşmak hiç içimden gelmiyordu ve sırtımı dönerek oradan ayrıldım.
Birçok kişi bana teşekkür etmek için geldi, çok yararlandıklarını söylediler, sanki gönlümü almaya, “siz ona bakmayın, biz çok faydalandık” demeye çalışıyorlardı.
Oradan ayrıldığımda içimde bir burukluk vardı; herkesin yapmasını söylediğim şeyi kendim becerememiştim. Kafam hep bu olaya takılı kaldı. Kendimin yapamadığı bir şeyi başkalarının yapmasını beklemek gerçekçi değildi; daha doğrusu dürüst değildi. Keşke bu kadının adresi olsa da ona bir mektup yazabilseydim.
Daha sonra bu bayan sitedeki adresimden bana bir elektronik mektup yazdı. Mektubunda şunları yazmıştı:
Bu yazıyı dün size sorduğum sorunun cevabını vermek için yazıyorum. Her ne kadar bu yazıları okumayacağınızı düşünüyor olsam da yine de bir şekilde düşüncelerimi size aktarabilmek ümidiyle bunu yapmak istedim. Dün size bazı toplumların niçin hep diğerleriyle kavga halinde olduğunu sormuştum; siz benim soruma çok önyargılı yaklaştığınız için açıkçası bana cevaptan çok azarlar bir tavırla, anlattığınız şeyleri savunmaya çalıştınız. Ben anlattığınız her şeyi büyük bir dikkat ve saygıyla dinledim. O yüzdendir ki kafamda pek çok soru oluştu ve ben bunları sizin gibi bir bilir kişiye yine sizin yüzünüzden soramadım. Çünkü siz o toplantıyı bizimle paylaşmadınız “mış” gibi yaptınız. İleri dediğimiz toplumlarda bireyler tek başına yaşam mücadelesi vermeye zorlanıyorlar. Paylaşmayı bilmedikleri için hayatları sadece kendileri ve rahat bir yaşam sürmeleri için gerekli olan paradan ibaret oluyor. Ve sözü uzatmadan söylemek istediğim paylaşmayı bilmedikleri için dünyayı da kimseyle paylaşmak istemiyorlar. Saygı ve sevgilerimle, hoşça kalın.
Bayanın bana mektup yazması içimi rahatlattı; onunla temas kurabilecektim. Onun demek istedikleriyle benim anladıklarım arasında dağlar kadar fark vardı. Nasıl oluyordu da bunu bu kadar farklı algılayabiliyordum.
Kendisine aşağıdaki mektubu yazdım:
Değerli Hanımefendi,
Bana yazdığınız için teşekkür ederim; çünkü benim için de orada bir bitmemiş iş kalmıştı. İletişim de bir kural vardır; “mesaj anlamını bağlam içinde bulur. “Ben semineri bitirdiğim zaman sizin bana batılı insanları nasıl algıladığınızla ilgili bir soru soracağınızı değil, benim anlattıklarımla ilgili bir soru soracağınız bekliyordum – daha doğrusu bekliyor imişim! Şimdi sizin yazdığınızı okuyunca ne demek istediğinizi anlıyorum; ama o zaman anlamadım, oradaki insanların da anladığını sanmıyorum. Bu sık sık başınıza geliyor mu? Yani insanların sizi pek anlamadığı duygusu sizde oluşur mu? Batılı insan, özellikle Avrupa kökenli Amerikalılar için biz, bireyselliğini bulamamış, sıkışık nizam yaşayan bir toplumuz. Bedensel, düşünsel, duygusal olarak kendi kişiliğimizi geliştirme olanağı bulamamış, “el alem ne der?” diye yaşarız. Ama sen de onların yalnız olduklarını ve tek başına yaşam mücadelesi verdiklerini ve zorlandıklarını söylüyorsun. Hangi zeminden baktığına göre her iki taraf da haklı! Ama tartışmanın bu olduğunu ben anlamadım. Sizi kırdıysam özür dilerim. Dostlukla, Doğan Cüceloğlu
Öfkenin olduğu yerde öğrenme olmuyor. Gözlemleyen bilinç insanı hem olumsuz duygulardan kurtarıyor hem de güçlü bir öğrenme ortamı yaratıyor.
Örneğin, mektup yazdığım değerli Hanımefendi’nin “İleri dediğimiz toplumlarda bireyler tek başına yaşam mücadelesi vermeye zorlanıyorlar. Paylaşmayı bilmedikleri için hayatları sadece kendileri ve rahat bir yaşam sürmeleri için gerekli olan paradan ibaret oluyor. Ve sözü uzatmadan söylemek istediğim paylaşmayı bilmedikleri için dünyayı da kimseyle paylaşmak istemiyorlar,” ifadesi gerçekten üzerinde düşünmeye ve konuşulmaya değer bir konu. Ve o gün o Hanımefendinin sorusunun altında böyle bir soru yattığını hiç algılamamıştım. Onun gözüyle görüp anlamadığım için de o konuyla ilgili bir sohbet başlatma olanağım olmamıştı.
Doğan Cüceloğlu (23.04.2007)
3 Yorum