Bir Sohbet Oluşturmak… Ve Sohbet İçinde Kalabilmek (4)
"Kendi gerçeğimizi kabul etmek niçin zor? Çünkü doğduğumuz andan itibaren birileri sürekli kulağımıza, "sende bir bozukluk var!" diye fısıldandı."
Kendi gerçeğini kabul etmek
Geçen yazımda yeni bir şey keşfettiğimi belirmiştim: “Bir başkasıyla sohbet içine girebilmek için kişinin önce kendi iç dünyasıyla sohbet içine girebilmesi gerekir.”
Bu keşfin sonucu olarak şimdi görüyorum ki, aslında, olgun insanın en belirgin özeliği olan “sakinlik,” “huzur,” “dinginlik,” onun kendiyle barışık olmasından kaynaklanıyor.
Kendiyle barışık olan insan, kendi iç dünyasının gerçekliğini kabul etmiş insan demektir. Bu kendine hayran olmak ve onun doğal sonucu olarak değişime kapalı olmak anlamına gelmez. Bu kişi kendini geliştirmek isteyen biri olabilir; geliştirmek istediği kendinin “gerçeğini kabul ederek” işe başlamış biridir.
Kendi gerçeğini kabul etmemiş biri kendi gerçeğiyle ya savaş, dövüş, güreş halindedir ya da kendi gerçeğini umursamaz bir tavır takınmıştır. Bu durumlardan hiç biri sağlıklı olamaz; kendini umursamayan ya da kendiyle savaş, dövüş, güreş halinde olan biri kendini geliştirmekle ilgilenemez. İnsan umursamadığı, ya da savaşıp dövüştüğü şeyi geliştirmek ister mi?
Gelişebilmek için ilk önkoşul kişinin önce kendi gerçeğini görebilmesi ve gördüğü gerçeğin gerçekliğini anlamasıdır. Ancak bu gerçek zemini üzerinde kişi geleceğini inşa edebilir.
Ne var ki kişinin kendi gerçeğini kabul edebilmesi dünyanın belki en zor işlerinden biridir.
Kendi gerçeğimizi kabul etmek niçin zor? Çünkü doğduğumuz andan itibaren birileri sürekli kulağımıza, “sende bir bozukluk var!” diye fısıldandı.
Geçenlerde feribotta genç anne kucağındaki on günlük yeni bebeğine “hışşşt, hışşt” diyordu. Bebeğin bütün yaptığı doğal bebek sesleri çıkarmasıydı. Anne bir süre böyle “hışşşt, hışşt” demeye devam etti. Bir süre sonra onun yanındaki yaşlı kadın – ya annesi ya da kayınvalidesi – genç annenin yaptığından pek memnun olmamış bir tavır içinde bebeği kucağına aldı ve çocuğun kulağına daha güçlü ve uzun süren bir “HIIIŞŞŞŞŞŞTTT, HIIIŞŞŞŞŞŞTTT” demeye başladı. Çocuğun irkildiğini ve korktuğunu gördüm.
Bu ülkenin bir çocuğu doğar doğmaz kendisinde beğenilmeyen, istenmeyen yönler olduğunu anlamaya başlamıştı. Utanca boğulmuş iç çocuk (Bu kavramın ne olduğunu İçimizdeki Çocuk kitabında irdeliyorum) daha on günlükten oluşmaya başlıyordu. Bir bebek olarak onun “ıhh ıhh” deme hakkı yoktu.
Şimdi okurlarımdan bazıları, “Küçücük bebek, daha on günlükken nereden anlasın istenip istenmediğini? Doğan Cüceloğlu da artık biraz abartıyor!” diye düşünebilir.
Bu günlerde Daniel Siegel adında bir nöropsikiyatrın yazdığı “The Devoloping Mind” adlı kitabını okuyorum. Kitabın temel konusu bebeklik çağında beyin gelişmesi konusunda yapılan çalışmaları gözden geçiriyor. Anlaşılan o ki, beynin gelişmesinde en önemli etken bebeklik çağında çocuğun içinde bulunduğu insan ilişkilerinin niteliği ve niceliği. Bebek doğar doğmaz insan ilişkilerinin içeriğini, yani ne anlama geldiğini anlamıyor, ama duygusal tonunu anlıyor. Ve bu duygusal ton “gizil, örtük bellek” (implicit memory) olarak çocuğun kendine, ilişkilerine ve yaşamına anlam vermesinin temelini oluşturuyor.
Buradan başlayarak bu çocuğun yaşamını oluşturabiliriz ve onu büyütmek ve eğitmekten sorumlu daha kimlerin ona “HIIIŞŞŞŞŞŞTTT, HIIIŞŞŞŞŞŞTTT” diyerek davrandığını hayal edebiliriz.
Hoş geldiniz korku kültürünün yarattığı cehennem yaşamına.
Bu çocuk önce ömür boyu kendiyle savaşacak, dövüşecek, güreşecek ya da her şeyi bırakıp boş verecek. Ama bütün bunları yapmıyormuş gibi “elalem ne der?” için yaşamaya devam edecek.
Yüz baskın korku kültürü içinde doğup yetişen bir çocuğun içinde yetiştiği aile ortamı, okul ortamı, sosyal ortam, iş hayatı, devlet vatandaş ilişkisi hep “HIIIŞŞŞŞŞŞTTT, HIIIŞŞŞŞŞŞTTT” diyen birilerinin varlığını gerektirir. Bu ilişki içinde güçlü biri vardır, o denetler; bir de ondan korkan, çekinen, istediğini değil, kendinden bekleneni yapmak için kim olduğunu önemsememeye, kendinden yabancılaşamaya itilmiş olan güçsüz kişi vardır.
Böyle bir güçlü güçsüz ilişkisi içinde karşıdakinin fenomen dünyasıyla ilgilenmek kimin umurunda olur ki?
Bu haftaki yazım farklı bir alana kaydı. Olgun insanın özeliklerini inceleme yerine, kişinin kendi gerçeğini görüp olduğu gibi yargılamadan kabul etmesinin içinde yetiştiği ortamla ilişkisi üzerinde durdum.
Ama bunu söylemeden de diğerlerinin pek anlamı yoktu. Önümüzdeki hafta sohbete devam edeceğim; buluşmak üzere!
Doğan Cüceloğlu (01.04.2007)
0 Yorum