Amerika Gözlemleri – 4
Ve horoz ötüşünden bu kadar mutlu olabilmeme de sevindim, yeniden bir kat daha mutlu oldum. Kapıyı açtım horozla birbirimize bakıştık, ben Türkçe konuştum o dinledi. Aaa, bir de baktım, bir tavuk iki civciviyle bana doğru geliyorlar; geldiler ve kapının önünde beklemeye başladılar.
Doğan Cüceloğlu (02.02.2006 Hawaii)
Kauai Hawaii birçok adalardan oluşuyor ve kızım Elif’in oturduğu adanın adı Kauai. Adalardan en küçüğü değil, ama oldukça küçük bir ada (3,280 km kare) ve nüfusu da az (2000 yılındaki sayıma göre 58,463 kişi, yani her 36 km. kareye bir kişi düşüyor.) El değmemiş doğa manzaraları ve plajlar yönünden – Elif’ten edindiğim bilgilere göre diğerlerine göre daha zenginmiş.
Lihue, Kauai adasının başkenti ve oradaki havaalanına ABD’nin bazı şehirlerinden doğrudan uçak var. American Airlines (AA) Türk Havayolları (THY) ile işbirliği içinde çalıştığı için ABD gezilerimde hep AA ile uçuyorum ve THY’den mil kazanıyorum.
27 Ocak 2006 Cuma günü Seattle’dan Los Angeles’a, oradan da Lihue’ye uçtum. Los Angeles Lihue arası 5 saat 45 dakika sürüyor. Herhalde hafta sonuna denk geldiği için uçak tıklım tıklım doluydu ve sıkışık bir uçuş oldu. Uçaktan iner inmez tatlı bir serin temiz hava ve mis gibi çiçek kokusu insanı karşılıyor; “İşte Hawaii’nin en büyük serveti!” diye düşündüm. Hani derler ya, “şerbet gibi bir hava,” işte öyle bir hava vardı gerçekten. Kızım Elif ve nişanlısı Matt kapıda beni karşıladılar. Elif çiçekten kolye almış, beni kucakladıktan sonra boynuma taktı. Taze çiçek yapraklarından yapılmış uzunca belime kadar gelen bir kolye.
Bavulları aldıktan sonra araba kiralama yerine gittik ve kiralanan arabaya sürebilmesi için Elif’in de adını da yazdırdık. Ben internetten kendim Hanelei Bay Resort adında orta halli bir tatil kompleksinde yer ayırtmıştım, beni oraya götürdüler ve ertesi sabah kahvaltıda buluşmak üzere ayrıldık. Sabahleyin horoz ötmesiyle uyandım; benim oda zemin katta ve hemen bahçeye açılan bir kapısı var ve o kapının önünde bizim Denizli horozlarına benzeyen şahane güzellikte bir horoz defalarca öttü. Uzaktan başka horozlar ona cevap veriyordu (veya o ötekilere bizimki sesleniyordu!??) Bu ses beni tavuklarımızın olduğu çocukluk dönemine götürdü. Müthiş mutlu oldum. Horoz ötüşü insanı bu kadar mutlu edebilir mi? diye de düşündüm. Ve horoz ötüşünden bu kadar mutlu olabilmeme de sevindim, yeniden bir kat daha mutlu oldum. Kapıyı açtım horozla birbirimize bakıştık, ben Türkçe konuştum o dinledi. Aaa, bir de baktım, bir tavuk iki civciviyle bana doğru geliyorlar; geldiler ve kapının önünde beklemeye başladılar. Önce anlayamadım ne olduğunu daha sonra yiyecek beklediklerini anladım ve yanımda onlara verecek bir zırnık bile bulunmayışına çok hayıflandım. Biraz bekledikten sonra kısmetlerini başka yerde aramaya karar verip benim kapının önünden ayrıldılar.
Orada kaldığım beş gün içinde aynı horoz beni her sabah uyandırdı ve o aile (anladığım kadarıyla horoz tavuk ve civcivler bir aile oluşturmuşlar) her sabah benden yiyecek beklediler. İkinci gün hazırlıklıydım. Horoz mısır gevreğini gagasına alıyor ve tavuğu özel bir ses çıkararak yanına çağırıyor ve mısır gevreğini ona veriyor ve bunu yaparken de bir sürü tafralar, sesler, kanat açmalar falan yapıyor; yani unutma bunu ben buldum, bak yemiyorum, erkeklik yapıyor sana veriyorum, diyor. Anne tavuk hanım hanımcık bu yiyeceği hemen kapıyor ve o da yere koyuyor ve civcivleri çağırıyor. Onun sesini duyan civcivler hemen anne tavuğun yanına geliyorlar. Kendimi o aileden sorumlu hissetmeye başladım. Sabah kahvaltısında Matt ve Elif’le benim kaldığım otelde buluştuk. Bir yar üstüne geniş bir bahçelik alana yayılmış ve Hanelei Körfezine bakıyor ve nefis bir deniz ve dağ manzarası var.
Matt kendi kendini yetiştirmiş dik başlı, bağımsız ve kişisel bütünlüğe çok önem veren 30 yaşlarında bir delikanlı. Üniversiteye bir yıl devam etmiş ve tüm eğitim sisteminin kendisini geliştirmek yerine kalıplamak üzere tasarlanmış olduğu kanaatine varmış ve babasının tüm itirazlarına rağmen okulu terk etmiş. Önce Kauai’ye gelmiş; benim bu kaldığım otelin lokantasında, yani kahvaltı yaptığımız yerde garsonluk yapmaya başlamış. Başarısı ve yönetimi dikkati çekmiş ve onu hemen lokantanın yöneticisi yapmışlar. Bir yıl sonra bakmış iyi para kazanıyor ve yavaş yavaş işe oturmaya ve rehavete gidiyor; hemen oradan ayrılmış ve biriktirdiği parayla 3 yıl Yeni Zelanda, Avustralya, Hindistan, Filipinler, İngiltere, Türkiye gibi ülkelerde gezmiş. Hindistan’da katıldığı bir eğitim onun tamamıyla değiştirmiş. Bir arkadaşı onu bir aşrama (bizim eski tekkelere benzer işlevi olan Hint dergahı) götürmüş; meğerse aşram yılda bir defa yaptıkları bir faaliyete hazırlanıyormuş, katılması için onu da davet etmişler. Faaliyet on gün sürüyormuş. Hergün sabah 5’te kalkıyorlar, bir saat yoga eksersizleri, sonra bir saat meditasyon yapıyorlar, daha sonra hep birlikte kahvaltı yapıyorlarmış. En önemli kural bu on gün içinde hiç kimseyle konuşmayacaksın ve hiç kimseyle göz teması yapmayacaksın. Hiç kimseyle konuşmadan ve kimseyle göz teması kurmadan kahvaltı yaptıktan sonra iki saat tek başına doğa da yürüyüş ve daha sonra yine iki saat meditasyon ve yoga, yine meditasyon vb..
On gün böyle devam etmiş. “On gün bittiği zaman ben temelden çok değişmiş olduğumu anladım; o günden sonra lüzumsuz yere bir tek kelime bile söylemek beni rahatsız eder hale geldi; gerçek yaşamanın ancak kişisel bütünlük ve dürüstçe sorumluluk içinde olacağını keşfettim. Ve ondan sonra gezilerime devam ettim. Daha sonra Kauai’ye geldim ve şimdiki emlak işimi kurdum,” dedi.
Elif’le çok iyi anlaşıyorlar; okudukları kitapları ve katıldıkları faaliyetleri orada kaldığım beş gün içinde bana anlattılar. Konuştuklarımızı sizler için kısaca özetlemek istiyorum.
Hem Elif hem de Matt ABD’deki büyük holdinglerin bireyin, toplumun ve insanlığın yararına körleştiklerini ve sadece kendi holding çıkarlarını düşündüklerini söylüyorlar ve birçok olayları bu çerçeve içinde yorumluyorlar. Bu gezimde çok sayıda aşırı şişman gördüğümü onlara söyledim; “Her gelişinde daha fazla göreceksin; çünkü aşırı şişmanlığı yaratan koşullar ve aşırı şişmanlık büyük sermayenin kazancına,” dediler. “Nasıl?” diye sorduğumda şunu söylediler: Amerikalı artık evde yemiyor, sürekli dışarıda atıştırıyor ve yediği bütün yiyecekler doğal değil, daha önceden işlenmiş (processed) yiyecekler. Bu işlem sürecinde yiyeceklerin doğal yapısı bozuluyor ve içine bir sürü insanda alışkanlık yapacak hormonlar ve maddeler konuyor. Kişiler bir yandan bu yiyeceklere bağımlı hale geliyor, diğer yandan da sağlıkları bozulmaya başlıyor. Büyük sermaye bir yandan bağımlı hale getiren yiyecek üretirken, diğer yandan sağlığı bozulan insanlar için ilaç üretiyor. Bu arada doktorlar da bol bol müşteri buluyor ve büyük sermaye tıp alanına büyük yatırım yapıyor. Sağlığı bozulan, şişko ve bağımlı hale gelen her vatandaş kendi aile ve bireysel yaşamında sürekli kaybederken büyük sermaye bu vatandaşın sırtından müthiş para kazanıyor. Amerikan okulları sürekli para krizi yaşar, nedeni de pek bilinmez. Bir şirket okula gelir, “sizin para krizine ben yardımcı olacağım,” der. Diyelim Coca Cola okul yönetimine şu kadar para verir. Karşılığında bu okulda değişik yerlerde makineler kurar ve çocukların ucuzca kendi kolalarını almalarını sağlar. Başka bir şirket çocuklara kendi cipslerini verir. Ve hiçbir şirket çocuklara su veya elma gibi sağlıklı yiyecek vermez, hep kendi ürettikleri işlenmiş yiyecek ve içecekler verirler. Bu genç yaşta çocukların doğal hormonları bu yabancı maddelerle başa çıkar ama ilk ergenlik çağından itibaren dirençleri tükenmeye başlar ve onlarda bağımlı ve obez hale gelmeye başlarlar o zaman da büyük sermaye onlara sağlık sigortası önerir. Ve bu gittikçe çığ gibi büyümeye devam eder gider.
Bu bilgiler ABD’de tv’de ve medyada pek tartışılmaz çünkü büyük sermaye tv’nin sahibidir. Ara sıra birileri ses çıkarmaya çalışır ve onu hemen tv ve gazete ortamından uzakta tutarlar. Örneğin Noam Chomsky’i hiçbir ABD tv’sinde dinleyemezsiniz. Asrın en önemli yaşayan düşünürlerinden biri olan Chomsky’i Amerikan halkı tanımaz, bilmez. Bazen onu tv programlarına davet ederler, ama her bir sorunun cevabını 12 saniyede vermesi gerektiğini söyleyerek gerçek düşüncelerini açıklamasına olanak sağlamazlar. İki tane belgesel var, onları izlemeni çok isteriz: 1- yiyeceğin geleceği (The Future of Food), 2- Holding (The Corporation.) (Not: Her ikisini de ısmarladım.) Amerika’nın yarattığı materyalist yaşamın insanları gittikçe bencil ve kendi çıkarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen insanlar haline getirdiğini düşünüyorlar.
Elif bir anısını anlattı. “Bu adadaki bir yarın üzerinde konmuş olan deniz feneri turistlerin sık sık uğradığı bir yerdir, çünkü oradan okyanusun nefis bir manzarası vardır ve balinalar, yunus balıkları çok yaklaşırlar. Bir keresinde ben oradaydım, orada balina ve yunus balıkları oynaşıyor ve müthiş bir yaşam zenginliği vardı. Amerikalı kadın turist, “Haydi bize bir takla atsalar da heyecanlansak!” dedi. Bir başka erkek, burası balina ve yunus çöplüğüne dönmüş!” dedi.”Elif’in anlattıkları üstüne düşündüm; doğayla ancak Disneyland ve lunapark yoluyla ilişki kuran ve daha sonra televizyondan hayvanların konuştukları filmleri seyreden ve duyan çocuklar gerçek doğayı olduğu gibi algılamakta zorlanıyorlar. Böyle yetişen insanların gözünde tüm hayvanlar insanlaşmış durumda ve insanların zevki için takla atmaları bekleniyor. Bu düşüncelerimi Elif’le paylaştığımda müzik konusunda da aynı şeyin olduğunu söyledi ve şu düşüncelerini paylaştı: “Ben İtalya’da iken gördüm ki, müzik ailede yaşayan bir şey, bebeğe ninni söyleniyor, gençler gitar ve mandolin öğreniyor, baba ve anne söylüyor, aile sürekli bir müzik yaşıyor. Türkiye’de de fasıl heyeti ve sahne müziğine hep bir katılım var. İhsan Amcamlara gittiğimiz zaman her yemekten sonra mutlaka bir müzik faslı olur. Amerika’da müzik artık dışarıdan alınan, kullanılan ve ömrü bitince atılan bir nesne haline geldi. Aile içinde yaşayan bir durumu yok. Müzik çok bireyselleşti, Meksika ve İtalya’daki gibi artık kuşakları birbirine bağlamıyor. Ve müzik artık, kullanılıp atılan bir nesne (commodity) oldu.”
Elif ve Matt’in yaptıkları bu gözlemlerin üstünde düşünülmesi gereken çok önemli gözlemler olduğunu sanıyorum. O nedenle sizlere paylaşmak istedim.Kauai adasında yaşamın daha sağlıklı olup olmadığını sordum. Verdikleri cevap beni şaşırttı. Lihue kenti tüm ABD’de en çok uyuşturucu kullanılan kentmiş. Özellikle gençler kendilerini çoğunlukla uyuşturucuya vermişler. Buradaki polis yozlaşmış bir teşkilat, dediler. Polisin uyuşturucu işiyle ilişkisi olduğu söyleniyor. Mafya polis el ele gençler mahvoluyor. Rüşvet alan ve yolsuzluk yapan bir polisi başka bir kadın polis ele vermiş ve kadın polis işten alınmış ve şimdi sürekli ölüm tehditleri alıyormuş; davası 1,5 yıldır devam ediyormuş. FBI durumdan haberdar yavaş yavaş ajanlarını göndererek durumu inceleme için faaliyete geçmeye başlamış. Elif ve Matt’le konuşmalarımdan anladığım o ki, her toplum kendi özel sorunlarıyla uğraşmak ve bu sorunları kendi bilinciyle çözmek durumunda. Bir toplumun başka bir toplumu mükemmel görerek onu örnek alması ve “bak onlar bütün sorunlarını çözmüşler, biz de onlar gibi olalım,” demesi mümkün değil.
2 Şubat Perşembe akşamı Elif’le Lihue Havaalanına geldik ve kiralık arabayı teslim ettik. Beni Los Angeles’a götürecek olan uçak saat 23:00’te kalkacaktı; gecikme olmuş gece yarısı saat 00:40’ta kalkacakmış. Bavulları teslim ettim; Elif’ten ayrıldıktan sonra bir şişe su aldım ve kitap okumaya başladım. Yolculukların en güzel yanlarından biri bol bol kitap okuyabilmem. O gece rahat bir yolculuktan sonra sabahın erken saatinde Los Angeles’a geldim. Los Angeles yöresindeki gözlemlerimi önümüzdeki yazıda ele alacağım. Görüşmek dileğiyle, sevgiler, selamlar,
Doğan Cüceloğlu (06/02/2006)
0 Yorum