Gezimden Notlar (1)

"Bu kadar emek verilen ve mükemmele yakın bir tarzda eğitim alan insanların toplumu nasıl oluyor da maddi refahta bu kadar yükselirken huzur ve mutluluğu yakalamakta başarılı olamıyor?"

16 Ocak Çarşamba günü THY yollarının uçağı ile hemen hemen 12 saatlik bir uçuştan sonra Chicago, O’hare hava alanına geldim. Kuzey kutbuna yakın yörelerdeki buzulların üstünden uçtuk ve bu muhteşem görüntünün resimlerini çektim. Gelecek nesillerin bunları göremeyeceği düşüncesi içimi sızlattı. Ben insan gözüyle bakıyordum; gelecek nesiller göremeyecek diye üzülüyordum; orada o iklime binlerce yıl içinde uyum yaparak gelişmiş ve orada yaşayan değişik türden hayvan için bu değişimin bir ölüm kalım olduğunu düşünmemiştim.

Benim “Biz Bilimcim” henüz “hayvan kardeşlerimizi” de içine alacak şekilde, bir Kızılderili’nin bilinci kadar gelişmemişti.

Yol boyunca George Orwell’in, Paris ve Londra’da Beş Parasız adlı kitabını (İstanbul; İthaki Yayınları) okudum. Z. Zühre İlkgelen başarılı bir çeviri yapmış. Bazı kelimeleri ilk okuyuşta anlayamadım; örneğin, ‘biçem’ ne demek bilmiyordum, ‘üslup’ kelimesinin karşılığı olduğunu sözlükten anladım. (Bu konu üzerinde düşünmem ve okurlarımla bir fikir alışverişi ortamı başlatmam gerek. Bunu gerekli görüyorum. Konu şu: Bazı yazı ve çevirilerde benim gibi okuma yazmaya düşkün insanların dahi anlayamadığı ‘biçem’ gibi kelimeler kullanmak! Hangi kelimenin yerine? Okumamış bir insanın dahi anladığı, bildiği ‘üslup’ gibi bir kelimenin yerine. Bu yanlış demiyorum, doğru da demiyorum. Ama böyle bir kullanım tesadüfen olmuyor. Böyle bir dil kullanımının arkasında bir yaşam felsefesi yatıyor; işte o yaşam felsefesini anlamaya çalışmalıyım. Bu konu üzerinde okurlarımla bir köşe oluşturmak ve herkesin düşüncesini yazacağı bir ortam yaratmak isterim doğrusu.)

Kitabı okurken gerçek ismi Eric Blair olan Gorge Orwell’in Paris ve Londra’da neler çektiğine inanamadım. Ben çocukluğum ve gençliğimin zor geçtiğini düşünürdüm, meğersem ben cennete imişim. Bu kitabı okuduktan sonra saçı sakalı birbirine karışık sokakta kaderleriyle yalnız başına bırakılmış insanlara farklı bakmaya başladım; sanırım şimden sonra hep farklı bakacağım. Çok derinden etkilendim.

Şikago O’hare hava alanında pasaport işlemleri kuyruğu çok uzundu; dünyanın değişik yerlerinden gelen uçaklar, sürü sürü insanı buraya boşaltıyordu. Ama bir sessizlik içinde iyi bir organizasyon işliyor, her şey tıkır tıkır yolunda gidiyordu. Tıkır tıkır yolunda gidip gitmediğini denetleyen biri vardı. Sürekli ufak müdahaleler yapıyor, akışa göre yeni gişeler açtırıyor, çocuklu aileleri hemen özel bir kuyruğa yönlendiriyor ve herhangi bir kuyrukta bir tıkanma olmuşsa hemen gidip neden tıkandığını öğreniyor ve elindeki telefonla direktifler verip sorunun çözülmesine yardım ediyordu. Bunu yaparken kibar ama gücü elinde bulunduran bir kişinin çok ciddi bir havası vardı. Ve pasaport kontrol işinde çalışanların Asyalı, Afrikalı, Latin Amerikalı, Avrupalı köklerden gelen çok farklı görünümde insanlar olduğunu görüyordum. Ama ırkları ve görünüşleri ne olursa olsun aynı sistemi, aynı ciddiyetle ve etkili biçimde uyguluyorlardı.

“Bizim hava alanında bu tür insanlar niye yok?” diye aklımdan geçirdim; yani insanlar uçaktan çıkıp pasaport kuyruğuna girerken onları yönlendiren ve sürekli ortamı denetleyen bir süpervizör niye yok? Belki var da ben mi hiç rastlamadım? (Okurlarımdan bazıları hava alanı yönetimi ya da hava alanı polis teşkilatında çalışıyor olabilir; eğer böyle bir okurum varsa, lütfen bu durumla ilgili bilgisini benimle paylaşır mı?)

Oğlum Timur Amerika’da iş kurdu ve orada yaşıyor. Şimdiki iş yeri Wisconsin Eyaletinin baş kenti Madison’da. İş için gittiği New York’tan o gün uçakla Şikago’ya geliyor. Onun uçağı benim uçaktan 2 saat önce iniyor; Timur bu zaman içinde bir araba kiralamış ve pasaport kontrolünden çıkınca beni karşıladı ve arabaya binerek Madison’a doğru yola çıktık. Madison-Şikago arası 122 mil ( yaklaşık 200 km.).

Timur bir yıldır kız arkadaşı Kimberly ile birlikte oturuyor ve yılbaşında kız arkadaşına nişan yüzüğü aldı, önümüzdeki sonbaharda evlenmeyi planlıyorlar. Kız arkadaşı İtalyan kökenli ve aile bağları bu nedenle kuvvetli bir kültüre sahip. Kızın annesi düğünün kendi evlerinde olmasını istiyormuş; Timur ise Kimberly ile tanıştıkları Zion Ulusal Parkı’nda evlenmek istiyor. Bakalım sorunu nasıl çözecekler.

Ekonomik özgürlüğünü kazanmış gençlerin anne ve babalarından ne kadar bağımsız hale geldiklerini düşündüm. Amerikalı anababa 18 yaşını geçmiş çocuklarından artık ancak rica edebiliyor, onu da korka korka. “Annen ve baban olarak senin şöyle şöyle yapmanı istiyoruz,” tavrı hiç etkili değil, böyle yaptıkları takdirde çocukları iyice kaybedebilirler.

Gençlerin bu tavrı aşırılığa gidince sağlıksız olabiliyor; anababanın biriktirdiği deneyimden çocukların yararlanmasını olanaksız hale getirebiliyor. Burada etkili ve sağlıklı bir ilişki kurma yolunu bulmak gerekiyor; ama az sayıda bazı Amerikan aileleri bu etkili ve sağlıklı yolu uygulayabildiği halde büyük bir kesim henüz böyle bir yolu bulmuş değil. Hatta böyle bir yolun varlığından dahi haberdar değil. O nedenle nesiller arasındaki kopukluk gittikçe büyüyerek sürüyor.

Yol boyunca konuşmalarımızdan çok zevk aldım. Mart başlarında çıkacak olan Korku Kültürü: Niçin Mış Gibi Yaşıyoruz? adlı kitabımın konularını da Timur’la böyle bir yolculuk içinde oluşturduk. Sanki kitap canlandı, bir film oldu ve biz onun içinde rol aldık ve şimdi çekilen o filmi yaşıyoruz gibi hissettim.

Madison, Wisconsin Eyalet’nin başkenti, ama nüfusu ancak 400 bin civarında. Yılın en soğuk dönemini yaşıyorlardı; hava dışarıda -20C’leri gösteriyordu. Timur kasabayı ve meşhur Wisconsin Üniversitesi Yerleşkesi’ni gezdirdi. O gece on bir saat uydum. Sabahleyin kalktığımda Timur ve Kimberly işe gitmişlerdi ve dışarıda müthiş bir tipi vardı, kar da göz gözü görmüyordu.

Öğleyin Timur geldi, birlikte o tipide yürüyerek öğrencilerin gittiği bir basit lokantada bir öğle yemeği yedik. Daha sonra onun iş yerine gittik. Otuz beş kadar kişinin çalıştığı iş yerinde tam bir sessizlik vardı; herkes bilgisayarının başında kendini kaptırmış çalışıyordu. Hepsiyle tanıştım; resim çektim. Dikkatimi tombulların çokluğu çekti. Çalışan 35 kişiden hemen hemen yarısı kadındı ve bunlardan belki 12’si tombulca denebilecek kadar kiloluydu. Aynı şeyi erkekler için de söyleyebilirim. Amerika şişmanlama salgın hastalığına yakalanmış, gittiğim her yerde bunu görüyorum.

Amerikalıların bu kadar şişmanlamasının altında neler yatıyor konusunu düşünürken, bir okurumdan internet aracılığıyla şu mektubu aldım:

Merhaba Doğan Bey,

‘Şu an konumuz gökkuşağı değil’ konulu mektup ve cevabınız, ülkemizdeki eğitim anlayışına adeta ayna tutuyor. Amerika’da olsaydı durumun ne kadar farklı olacağını anlatıyorsunuz. Evet, sizin daha iyi bildiğiniz gibi Amerika’da eğitime, özellikle de öğretmenlerin eğitimine büyük önem veriliyor. Şu an orada ilkokul öğretmeni olmak için eğitim alan bir yakınım aldıkları derslerin en pahalı dersler olduğunu, çok çalışmaları gerektiğini, mesleği icra etmeye başladıktan sonra da meslek içi eğitimin son derece sıkı bir şekilde devam edeceğini söyledi. Bu arada öğretmen maaşlarının en iyi düzeyde olduğunu ve emekli olduklarında da hemen hemen aynı miktarı almaya devam ettiklerini anlattı. Tabii ki bu güzelliklerin ülkemde de olmasını dileyerek gıpta ile dinledim.

Fakat şu soruyu sormadan da edemedim: Bu kadar emek verilen ve mükemmele yakın bir tarzda eğitim alan insanların toplumu nasıl oluyor da maddi refahta bu kadar yükselirken huzur ve mutluluğu yakalamakta başarılı olamıyor? Suç oranlarının en yüksek olduğu, ailelerin parçalandığı ve insani ilişkilerin öylesine zayıf, şiddetin yaygın olduğu bir toplum olabiliyor?

Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Eğitim sistemimizdeki düzelme ve gelişmelerin toplumumuza huzur olarak da yansımasını diliyorum.

Bunu başarmak acaba nasıl mümkün olabilir?

Saygılarımla,

Umarım adını vermediğim bu okurum bu yazımı da okuyordur; kendisinden izin almadan adını vermek yakışık almaz diye düşündüğüm için adını vermedim.

Okurumun dile getirdiği sorular gerçek sorular ve üzerinde ciddi olarak düşünmeye değer. Ben bu gezi sırasına bu sorularla ilgili gözlemler yapmaya devam edeceğim; ve yaptığım bu gözlemleri sizlerle buradan paylaşacağım.

Madison’da Wisconsin Üniversitesi’nin yerleşkesi var ve tüm kent bu üniversitenin sanatsal ve bilimsel etkinliklerini çok yakından takip ediyor.

Dört yüz bin kişilik bu kasabada üç müze, bir opera, iki tiyatro, on beşin üzerinde değişik kitaplık var. Madison biyoteknik araştırmaların merkezi haline gelmiş. Halk yerel işi destekleme bilincine sahip ve öğrenciler de bu bilinç içinde hareket ediyorlar. O nedenle Starbucks gibi zincirler burada tutunamamış. Halk ve öğrenciler McDonalds yerine yerel lokantalara ve Starbucks yerine yerel kahvehanelere gidiyor.

18 Ocak Cuma günü kızım Ayşen’in oturduğu Seattle’a gitmek için Madison hava alanına giderken şoför, “Bu kentten daha iyi yaşanacak yer yok; hem aile hayatı için, hem kültür hayatı için, hem de ticaret için ideal bir yer Madison,” dedi. Bunu diyen elli-elli beş yaşlarında şişko bir beyaz adamdı.

İnce uzun ufacık bir jet uçakla Madison hava alanından Şikago, O’hare hava alanına gittik. Gidiş 35 dakika sürüyormuş, ama O’hare’deki hava trafiği nedeniyle bizi 30 dakika kadar havada gezdirdiler.

Uçak bağlantıları olanlara öncelik olsun diye, uçak yere inince, uçak bağlantısı acil olmayanlar yerinde oturdu, acil uçak bağlantısı olanlar süratle kapıya koştular. Tam bir asker disiplini içinde bu isteği yerine getirdiler.

Şikago hava alanında Seattle uçağını beklerken Zülfi Livaneli’nin Sevdalım Hayat adlı son kitabını (İstanbul: Remzi Kitabevi) okumaya başladım.

Doğan Cüceloğlu (27.01.2008)

Yorumlarınızı Paylaşın

GÖNDER

0 Yorum

  1. Henüz yorum yapılmamış.

İlgili yazılar

İlgili kitaplar

Güncel Video

Çaresizlikten nasıl kurtuluruz?

‘İyimser’ ve ‘kötümser’ olmak arasındaki fark nedir? Çaresiz mi doğuyoruz? Neden depresyona giriyoruz?