Gezimden Notlar (2)
"İçi biliyor, ama bilmiyor muş gibi yaşamına devam ediyor. Çünkü ne yapacağını bilmiyor."
Seattle’a yaklaştığımızda gece saat 11’e yaklaşıyordu ve dolunayın altında Mount Rainer’in görünüşünü hayranlıkla seyrediyordum. Sanki karlı kaplı yüce dağın sessizliğini duyuyordum.
Torunum Joshua ve kızım Ayşen bavulların alındığı yerde beni buldular ve kucaklaştık. Joshua 9 yaşında ve sarı saçlarını uzatmış, saçlar dümdüz ve omuzlarında, bir kız çocuğu görünümünü veriyor. Bir yıl önce annesi kestirmek için ısrar etmiş, Joshua babasının arka çıkmasıyla mücadeleyi kazanmış. Sık sık kendisine “küçük hanım” diye hitap ediliyor, ama Joshua hiç alınmıyor, “ben kız değilim; ben oğlanım” diyor ve hayatına devam ediyor. Zaten etrafta bol miktarda uzun saçlı erkek var.
Eve geldiğimizde gece yarısını geçmişti, saat 1’e geliyordu. Joshua yolda uykuya dalmıştı, annesi onu yatağına yatırdı. Ben de hemen yattım, ama benim uyku düzenim hala Türkiye zamanına göre ayarlı olduğundan ertesi sabah erkenden uyandım. Uçakta okumaya başladığım Zülfü Livaneli’nin Sevdalım Hayat’ını (Remzi Kitabevi) okumaya devam ettim. Okuduğum kısımda Livaneli derslerden nasıl sıkıldığını, ama kitap okumaktan nasıl zevk aldığını yazıyordu. “Okul dönemi sona ererken zayıf dersle ve kırıklar insanın göğsünün üstüne, yüreğini daraltan bir dağ gibi oturur…. Karneyi alıp da o uğursuz yedi kırığı görünce…” (s.41.)
Yetenekli, sıra dışı, hayal gücü çalışan, yaratıcı çocuklarımız ve gençler okuldaki eğitimden sıkılıyor. Bunun birçok örneklerini her yerde görüyorum.
Ama bu yalnız bize özgü bir durum değil, aynı durumu Amerika’da da görüyorum. Ne var ki Amerika’da olanağı olan aileler, eğer çocukları normal müfredat programını sıkıcı buluyorlarsa bu tür çocuklara göre kurulmuş özel okullara gönderebiliyorlar. Bu okullar normal müfredat programını sıkıcı bulan öğrencileri hayata hazırlıyor ve çok başarılı meslek insanları oluyorlar.
Seattle’da kafam bunlarla meşgulken, bir okurumdan aşağıdaki mektubu aldım. Konu başlığı olarak “Karamsar ve evhamlı bir hayat,” demiş.
Sayın Doğan Bey, benim adım (X). (A) kentinde oturmakta ve (B) isimli Meslek Yüksek Okulunda okumaktayım.
27 Mart’ta 20 yaşıma gireceğim aynı zamanda 5 senelik tiyatro oyuncusuyum; bu sene 6. senem ve okulda kurduğum bir tiyatro grubuna yönetmenlik yapıyorum.
Benim sorunum kendimle ilgili; çok evhamlıyım ve çok karamsarım. Dar gelirli 7 çocuklu bir ailenin en son çocuğuyum. Annem ve babam köyde büyümüşler ve ben İstanbul’da doğmuşum. Aradaki çelişkiyi biliyorum, ama ailem beni köylü kafasıyla yetiştirme çalıştı ve çalışıyor. İstanbul gibi bir yerde köylü tarzı yaşamak çok güçtür.
Babam işçi emeklisidir ve onlar benim de babam gibi bir fabrikaya girip çalışıp emekli olmamı istiyorlar. Ama ben istemiyorum.
Üniversitede okuyorum ama derslerimde çok çok iyi değil. 1.sınıftayım ve 6 tane zayıfım var. Bütünlemeye kaldım. Üniversiteye ilk gittiğim zamanlar tanışmalar oldu; sonrasında kurduğum arkadaşlık ilişkilerinde ve gruplarda sohbetler edilirdi ve ben edilen sohbetlere hep yabancı kaldım. Çünkü yapılan sohbetler genel kültür, siyaset, ülke ekonomisi vb. tarzındaydı. Ben hiçbir şey anlamıyordum, kendimi çok boş hissettim, hiçbir şey bilemiyordum. Çok pişmandım ben neden kitap okumadım hiç, neden boşum ben diye.
Ev arkadaşım kitap hastasıdır çok kitap okumuş, sayısını bile bilmez bense hiç okumadım, ama kendi kendime hırs yaptım okuycam dedim. Sayın Üstün Dökmen’in Küçük Şeyler 2 kitabını okudum ve çok hoşuma gitti ve şimdi sizin İçimizdeki Çocuk kitabınıza başladım ve sunuştaki mektuba esinlenerek yazıyorum.
Üniversitede bir çok insan çeşidiyle karşılaştım, bütün arkadaşlarım çok kültürlü.. Ben ilk defa oy verdim ve oy vermeye gittiğim zaman hangi partiye oy vereceğimi bilmiyordum. İçeri girdim oy pusulasını elime aldığım zaman bile parti logolarına göre oy verdim, hangisi güzelse ona vereyim hesabı. Lütfen gülmeyin.
Şimdi ise okuldaki siyaset yapan kişilerle konuşuyorum, kendime en yakın hangisi gelirse, kendi kafamda uyarlayacağım görüşü ortaya çıkarmaya çalışıyorum, ama kendi kafamda uyarlayamıyorum, kanıyorum sanki.
Hangi kişinin yanına gidersem onun görüşleri kafama yatıyor. Ben kendimi çözemiyorum, Doğan Bey.
Bir de çok yalan söylüyorum, çok hayal kuruyorum. Kurduğum hayalin etkisinde kalıp yalanlar söylüyorum. İstemiyorum ama o ortamda o yalanı söylersem daha hoş bir sohbet ya da ortam oluşur diye umuyorum.
***
Ve mektup devam edip gidiyor. Tiyatro yeteneği olan, ama bu yeteneğin hiç kimsenin umursamadığı bir ortamda yetişen kişi; körlenmeye mahkum ve kendisi bile kendisine sahip çıkma gücüne sahip değil. Ama kendisiyle olan ilişkisine dürüstçe bakabilen bir insan.
Zülfü Livaneli kitabının sonlarına doğru kendinin politikaya atılışın öyküsünü anlatmış ve Türkiye’nin klasik politikacı tipini tanımlamış. Şöyle:
Türkiye’nin klasik politikacı tipi, günün yirmi dört saatinde parti merkezlerine ve otel lobilerinde dolaşıp siyasi dedikodular üreten, dünyaya kapalı, Anadolu ilişkileri kuvvetli, zaman zaman aşırı öfkelenip duygularını açığa vuran, romanla, şiirle, dünyada neler olup bittiğiyle, müzikle fazla ilgilenmeyen, ancak bir davete gittiği zaman kendisine uzatılan mikrofona söyleyebileceği ‘Yemen Türküsü’ ya da gençlik meyhanelerinden kalmak bir-iki alaturka şarkı mırıldanan ama yüreğinin derinliklerinde sanatla, kültürle uğraşmayı “abesle iştigal” sayan, dünyayı bilmeyen, herhangi bir konudaki uluslararası terminolojiye yabancı, meclise girdiği ya da bakan olduğu zaman omuzlarını geriye atarak ağrı ağır konuşan, kendisinden sürekli “biz” diye söz eden, elini sıktığı insanların yüzüne bakmayan, devlet ihaleleri, şartnameler gibi konulardan iyi anlayan kişilerden oluşur.
Biliyorsunuz Zülfü Livaneli Türk politik yaşamının içine girmiş, o nedenle politikacıları yakından tanıma olanağı bulmuş biri. Onun klasik politikacı tanımı size tanıdık geliyor mu?
Ben şimdiye kadar politik ortamların dışında kalabilmeyi becerebildim. O nedenle Zülfü Livaneli’nin sözünü ettiği politikacı tipiyle bir etkileşimim olmadı. Şu anda milletvekili olan bir arkadaşım var; onu Amerika’dan ilk döndüğümde bundan on yıl önce tanımıştım. Kendisini Anadolu insanının alçak gönüllüğü ve halk bilgeliği olan biri olarak biliyorum. Milletvekili olduktan sonra alçak gönüllüğünden hiçbir şey yitirmedi. Kendisi gibi görme özürlü olan vatandaşlarımıza yardımcı olmak için elinden gelen çabayı gösterdi ve hala göstermeye devam ediyor ve dostluğumuz ve karşılıklı saygımız devam ediyor.
Zülfü Livaneli klasik politikacı tanımına şöyle devam ediyor:
Bu kişiler sürekli olarak bir erkek dünyasında yaşarlar. Akşam yemekleri bile erkek grupları halinde yenir. Politika dünyasına arada bir giren kadınlar garip, şaşılası, karşısında nasıl davranılacağı bilinmeyen yaratıklardır. Evlerinde bıraktıkları kadınlara hiç benzemezler.
Bu tanımlamanın arkasındaki öfkeyi hissedebiliyorum; sanırım siz de hissedebiliyorsunuzdur.
Kitabı okurlarıma öneriyorum. Türkiye’nin sosyal yapısı ve totaliter yönetimiyle ilgili çok güçlü gözlemler var.
Ayşen’in oturduğu muhit, ormanlık içinde; adı, “Sharingwood” (paylaşılan koru). Yirmi kadar ailenin oluşturduğu tam bir mahalle havası var. Mahallenin orta yerindeki müşterek buluşma yerinde bir de kitaplık var; orada ara sıra bir araya gelip, yemek yiyorlar, sohbet ediyorlar, eğleniyorlar. Çocuklar için oyuncaklarla dolu büyük bir alan var.
Psikolojik danışman olarak çalışan Judy ve aynı meslekten kocası Dan her gidişimde konuştuğum insanlar. Ben bir sabah Joshua ile sokakta yürürken Judy ağzında yiyecekle o müşterek yerden çıktı kendi evine doğru gidiyordu, beni gördü, ağzında yiyecek olduğu için konuşamadı, gülerek birbirimizi kucakladık. Ondan sonra da hiç görüşmedik.
İlişkilerin geçici ve yüzeysel doğasını bu etkileşim çok iyi simgeliyor, bence. İlk başta müthiş bir sıcaklık ve yakınlık, ondan sonra ne ara ne de sor. David Riesman ve meslektaşlarının 1950’lerde tanımladığı ‘Yalnız Kalabalık’ (The Lonley Crowd) bence hala devam ediyor.
Ne var ki Amerikalı kendi yalnızlığının farkında değil.
Hiç farkına varmıyor mu?
Varıyor! Yaşlanıp, elden ayaktan düşüp, deliler gibi sürekli oradan oraya koşturmaya zamanı kalmayınca varıyor.
Peki, Amerikalı gençken aklı varmıyor, ama içi de bu yalnızlığı bilmiyor mu?
Şu anda okumakta olduğum Martin Seligman’ın Gerçek Mutluluk adlı kitabından (Ankara: HYB Basın Yayın, 2007) bir alıntı yaparak bu sorunun yanıtını vermek istiyorum.
Şu anda depresyon, 1960’da olduğundan on kat daha yaygındır ve çok daha genç bir yaşta başlamaktadır. Bir insanın ilk depresyon atağını yaşadığı ortalama yaş, bundan kırk yıl önce 29.5 iken, bugün 14.5’tur. Burada bir çelişki söz konusudur, çünkü iyi olma durumunun alım gücü, eğitim miktarı, müziğe erişim ve beslenme gibi, tüm göstergeleri Mersin’e doğru giderken, öznel iyilik duygusunun tüm göstergeleri tersine gitmektedir. (s.131-2)
Amerikalının içi biliyor.
Onların da “mış gibi” durumu kendisini böyle açığa vuruyor. İçi biliyor, ama bilmiyor muş gibi yaşamına devam ediyor.
Çünkü ne yapacağını bilmiyor.
Ve bu beni düşündürüyor.
Gezimden notlara ileriki yazılarımda devam edeceğim.
Doğan Cüceloğlu (10.02.2008)
0 Yorum