Ben Bardak mıyım?
"Canın yalnız ve yaşamın anlamsız olduğu bir yolculuk nesillerden nesillere böylesine aktarılarak sürer gider."
Güngör (gerçek isimler kullanmıyorum) iç dünyası zengin, sorgulayan, yaşamının anlamını sürekli canlı tutmak isteyen bir genç. Şimdi üniversite öğrencisi. Tanışıyoruz; bana geçenlerde yazdı:
Merhabalar Doğan Bey;
Nasılsınız? Umarım iyisinizdir?
Benim size bir sorum olacaktı. Bu soruyu öyle gelişigüzel yazmıyorum; üzerinde düşündüm, yani sorunun hakkını verdim. Lütfen dikkatli okuyun; düzgün cümlelerle yazmaya çalıştım.
Sorumda dile getirmek istediğim problem şöyle:
“Anneler babalar çocuklarını çocukları olduğu için değil de, onların özü nedeniyle sevselerdi acaba nasıl olurdu? Anne-baba-çocuklar çokgeninde nasıl bir problem oluşurdu?
“Biraz daha açarak konuşayım. En iç içe olduğum aile kendi ailem olduğu için ondan örnek vereyim. Belki biliyorsunuz benim bir ağabeyim (Kemal) ve bir de kardeşim (Emin) var.
“Annem ve babam beni Güngör olduğum için sevmiyor; bu bir gerçek. Ben onların çocukları olduğum için seviyorlar. Kemal’i Kemal olduğu için değil çocukları olduğu için seviyorlar. Aynı şekilde Emin’i de öyle.
Benim sorumdaki olgu olsaydı (yani çocuklarını çocukları olduğu için değil, her bir çocuğu kendi özelikleri ve tekliği içinde sevselerdi) eşitlik bozulacaktı. Şimdi annem ve babam, “biz hepinizi eşit seviyoruz yavrum, niye kıskanıyorsun,” diyorlar, ama o zaman bu eşitlik bozulacak ve ayırımlar ortaya çıkacaktı.
Ama şöyle bir şey var: eğer ben x’i biraz daha çok sevsem, ‘y’ kendini daha çok sevdirmek için biraz daha çaba harcayacak ve aile bağına biraz daha sıkı sıkıya bağlanacak ve aile olgusunun içine daha çok girecek ve ya tam tersini düşünelim, kendisini kötü alışkanlıklara ve arkadaşlara teslim edebilecekti.
Ama unutmayalım ki ‘y’ kendisini biraz daha çok sevdirmek için bir şeyler deneyecektir.
Açıkçası, ben hepimizin (Kemal- Güngör ve Emin’in) aynı derecede sevilmesini istemiyorum. Biz bardak değiliz ki! Biz hepimiz farklı yönleri ve özelikleri olan insanlarız.
Bu yazdıklarım haykırış mı, yoksa ezikliğimin göstergesi mi onu bile bilmiyorum. Ama bu konu hakkında çok düşünüyorum ve artık rahatsız ediyor.
Sevgili Doğan Bey, sizin bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Bu kadar uzun ve belki de gereksiz mektubumu okuduğunuz için teşekkür ederim.
İyi ve sağlıklı günler dileğimle,Güngör
Yine bir ergen mektubu ve temelde konuşulan şey yine yalnızlık duygusu. Güngör’ün mektubu anne ve babaların sevgi adına çocuklarına her yönden eşit davranmaya çabalamasının yarattığı bir yalnızlık söz konusu bu defa.
Benim İletişim Donanımları adlı kitabımda canın gereksinmelerinden söz ediyorum ve varoluşun beş boyutu adı altında tartışıyorum. Canın gereksinmeleri temel gereksinmelerdir ve bunlar çocuğun gelişme ortamında karşılanmazsa çocuğun kişilik gelişiminde tutukluklar ve engellenmeler olur. Yetişkin Çocuklar böyle oluşur ve bir türlü olgunlaşamadan meslek edinirler, önemli mevkilere geçerler, evlenirler, anne ve baba olurlar ve kendileri gibi olgunlaşamayan kişilik özürlü ‘yetişkin çocuklar’ büyütürler.
Canın temel gereksinmelerinde biri değerli olmak gereksinmesidir. Her insan evrende tek, emsalsiz, vazgeçilemez, yeri doldurulamaz olduğunu hissetmek ister. Bu genetik yapımızdan gelen her insanın en temel gereksinmelerinden biridir.
Çocuk annesine, anne beni seviyor musun, beni özledin mi, diye sorduğunda, aslında bu gereksinmesini karşılamak istemektedir.
Annesi, “Tabi seviyorum, tabi özledim, sen benim çocuğun değil misin, ben senin annenim, anneler çocuklarını sever ve özlerler,” dediği zaman sağlıklı ve iyi bir cevap verdiğini sanır, ama yanılır.
Annenin cevabında dile getirilen ilişki kategorik bir ilişkidir. Ben anne, sen çocuk kategorisine aidiz. Kategorik ilişkimiz gereği birbirimizi sever ve özleriz, demektedir.
Ama çocuğun gereksinmesi bu tür bir kategorik ilişki ile karşılanamaz. O evrende emsalsiz ve yeri doldurulamaz olduğunu anlamak istemektedir.
Doğru cevap, içten, inanarak, hissederek annenin, “Bu evde bir tek Güngör var; Allah yokluğunu göstermesin; biz Güngör’süz ne yaparız. Senin yerini hiç kimse dolduramaz” şeklinde konuşmasıdır.
Aksi halde İletişim Donanımları’nda anlatılan can ve yüz ayırımı güme gider ve kendini yüz olarak gören biri yetişmeye başlar. Bu yetişme sürecinde can’ın yalnızlığı vardır ve hem aileye hem kendine yabancılaşması derinleşir.
Böyle yüz baskın bir toplumun ergenleri çırpınmaya, yalnızlıklarını dile getirmeye çabaladıklarında toplumun yetişkinleri, “işte bunlar ergenlik çağının bunalımları, bu tür bunalımlar kaçınılmaz” derler.
Gerçekten de bunalım geçiren ergenler kendi büyükleri gibi yüz baskın insan haline gelerek can’ı ve gereksinmelerini bir kenara ittiklerinde, sorunları biter.
Canın yalnız ve yaşamın anlamsız olduğu bir yolculuk nesillerden nesillere böylesine aktarılarak sürer gider.
Doğan Cüceloğlu (06/11/2006)
0 Yorum