Gezimden Notlar – 4
"Formül "yüz"dür. Ben her türlü yüz baskın ortama karşıyım. Bu tür ilişkiler ortamında ruhum sıkılıyor. Ben 'can cana bir yolculuk için iletişim,' diyorum."
Geçen hafta ekopsikoloji kavramını biraz irdelemek istediğimi söylemiştim; kavram benim için yeniydi, ama önemli bir alanı temsil ettiğini hissediyordum.
Ekopsikoloji konusunda Türkçe yazılar çıktığını bilmiyordum; bu haftaki makaleyi yazmadan önce internette Türkçe yayınlarda taradım. www.rehberlikportali.com Yeni Aktüel dergisi kaynaklı bir yazıyı aktarmış. Bu yazıda ekopsikoloji, “İnsan ve doğa ilişkisini karşılıklı etkileşim içinde ele alan” bir çalışma alanı olarak tanımlanmış ve “insanın doğadan kopmasının bedelinin mutsuzluk ve ruhsal rahatsızlıklar olduğu, dengesi bozulan insanınsa içinde yaşadığı dünyaya yabancılaşarak kendine bile sorumsuzca zarar verdiği,” belirtilmiş. “Ekopsikolojinin isim babası Amerikalı düşünür, romancı ve sosyal tarihçi Thodore Roszak,” bilgisi verilmiş, kendisi Kaliforniya Eyalet Üniversitesi, Hayward yerleşkesinde tarih profesörü olarak görev yapıyormuş.
“İnsanın doğadan kopması, doğaya zarar vermenin ötesinde kendi ruhsal ve psikolojik dengesini de bozuyor. Ekopsikoloji bu iki gerçeği göz önüne alarak bu problemlerin insan psikolojisindeki ve toplumdaki köklerini arıyor. Kısaca insanın hem kendisi hem de yaşanabilir bir dünya için doğayla nasıl tekrar bütünleşebileceğini araştırıyor,” ifadesiyle alanın konusu ve uğraşısı belirtilmiş.
Kızım Ayşen’in Kızılderili kültürleriyle ilgilenmesinin temelinde de bu iki gözlem yatıyor: 1- İnsan doğayı umursamaz bir tavır içinde sürekli doğadan uzaklaşıyor ve kopuyor. Bu umursamazlık doğaya zarar verdiğinin dahi farkına varmayan insanların çoğalması sonucuna götürüyor. 2- İnsanoğlu yaşamını sağlıklı olarak ancak doğayla ilişkisi içinde sürdürebildiğinden, doğaya verdiği zarar oranında kişi kendi sağlığının kaynaklarını yok ediyor.
İnternet araştırmamda hoş bir sürprizle karşılaştım: Günil Özlem Ayaydın, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Edebiyatı Disiplininde Yüksek Lisans Derecesi Kazanma yükümlülüklerinin bir parçası olarak Haziran 2003’te bir tez yazmış. “Yaşar Kemal’in İstanbul’una Çevreci Bir Yolculuk” başlığını taşıyan bu tezin özeti şöyle:
Yaşar Kemal (d. 1923) bir Çukurova romancısı olarak bilinmektedir. Ne var ki, Yaşar Kemal’in insan ve doğa ilişkisine bakışındaki evrensel açıyı bütünüyle kavramada yazarın eleştirmenler tarafından çoğunlukla göz ardı edilen, başta Deniz Küstü (1978) olmak üzere, İstanbul’u konu alan yapıtları çok önemli bir yer tutar.
Bu tezde, “çevreci eleştiri” ile birlikte “ekopsikoloji”, “ekofeminizm” ve “Derin Çevrecilik” akımlarının yaklaşımları göz önünde bulundurularak Yaşar Kemal’in Deniz Küstü’de karakterlerle çevreleri arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğu derinlemesine irdelenmiştir. Yazarın diğer İstanbul konulu yapıtlarından uzun öyküsü Kuşlar da Gitti (1978), kısa öyküleri “Ağır Akan Su” (1970), “Hırsız” (1987), “Kalemler” (1987) ve “Lodosun Kokusu” (1981), röportaj derlemeleri Allahın Askerleri (1978) ve Bir Bulut Kaynıyor (1974) ile “Anadoludan Gelenler” (1959) ve “Menekşenin Balıkçıları” (1982) adlı makaleleri de Deniz Küstü’yle kurdukları metinler arası ilişkiler bakımından incelenmiştir.
Tezde, Yaşar Kemal’in Deniz Küstü’de karakterlerin kendilerine ve çevrelerine karşı yabancılaşma süreçlerini sergilediği, buna bağlı olarak insanın çevresiyle etkileşiminin karşılıklı olduğunu vurguladığı gösterilmiştir. Deniz Küstü’de kişilerin imgelem güçleri ve duygudaşlık yetileri yoluyla yaşam alanına olumlu işlevler yükleyerek yaşamın sürmesini olanaklı kıldıkları sergilenmiştir. Aynı zamanda, yazarın sözlü gelenekteki kimi teknikleri roman türünün araçlarına göre yeniden yorumladığı ve bunları okuyucuyu da içine alacak biçimde bir tür yadırgatma yöntemi amacıyla kullandığı gözlemlenmiştir.
Böyle bir konuda tez çalışması yapan Günil Özlem Ayaydın’ı ve çağdaş bir kavramı araştırma olanağı sağlayan tez danışmanı Yrd. Doç. Dr. Süha Oğuzertem’i, tez jüri üyeleri, Prof. Dr. Bülent Bozkurt, Prof. Dr. Mustafa Canpolat, Prof. Dr. Kürşat Aydoğan’ı kutluyorum.
İnternet araştırmamda keşfettiğim bir diğer sürpriz de, ekopsikolojinin isim babası olan Theodore Roszak’ın Türkçe’ye çevrilmiş bir kitabını bulmam oldu: Bilincin Evrimi: Kemale Ermemiş Canlı. (İnsan Yayınlarından. Kitabın İngilizce adı: The Aquarian Frontier and the Evolution of Consciousness.)
Benim Amerika’da aldığım Ecopsychology başlıklı kitap birçok kişinin makalelerini bir araya toplamış bir kitap ve bu makaleleri toplayan editörlerin başında Theodore Roszak bulunuyor. Ayşen’in Ekopsikoloji dersinde ‘ders kitabı’ olarak okutulmuş. (San Franciscı: Sierra Club Boks: ISBN:0-87156-406-8.)
Kitaptaki makalelerin başlıklarını Türkçe’ye çevirerek sizlerle paylaşmak istiyorum:
1- Ekopsikoloji ve Çevre Devrimi
2- Dünya Büyüklüğünde bir Ruhsal Durum
3- Ruhsal Durum Gaia ile Buluştu
4- Doğa ve Delilik
5- Teknoloji, Travma ve Doğa
6- İnsan – Doğa İlişkisinin Psikopatalojisi
7- Artık Mutlu muyuz?
8- Tüketici Kimlik
9- Jungian Psikoloji ve Bilinçdışı Dünya
10- Çocuk Gelişiminin Ekopsikolojisi
11- Feminist Psikoloji ve Çevresel Kriz
12- Ekopsikolojinin Doğanın Etkisine Bakışı
13- Yas Tutmanın Ekolojisi
14- Ölen Bir Gezene Terapi
15- Dünyanın Acısına Kim Cevap Veriyor?
16- Şamanik Danışmanlık ve Ekopsikoloji
17- Doğanın Doğalığını Kabul Etmek (The Way of Wilderness’i böyle çevirdim.)
18- Ekolojik Algılamanın Temelindeki Beceriler
19- Gestalt Terapinin Ekolojik Temeli
20- Yuvaları, Mahalleleri ve Ruhları Onarmak
21- Çevresel Umutsuzluğumuzla baş etmek
22- Ekopsikolojinin Irkçılığın Çöküşüne Katkısı
23- İnsan Türünün Küstahlığının Politikası
24- Ekoloji ve Tanrısal Tavır
25- Sihrin Ekolojisi
26- Yerküresinin Muhafızları
****
Ben Seattle’da iken Ayşen, Joshua ve ben, üçümüz “Never Ending Story” adlı bir çocuk oyununa gittik. Kentin Kültür Parkı’nda, Belediye’nin Tiyatro faaliyetlerinin biri olarak yılda iki farklı oyun sergiliyorlar.
Çocuk tiyatrosuna girerken dikkatimi çekti, kapıdan itibaren çocuklar görev almışlar. İlerde onları gözetleyen ve başları sıkıştıklarında gelip yardım eden büyükler var, ama gelenlerin kapıda biletlerini alan, oyunla kitap/broşür veren, salonda misafirlere yerlerini gösteren çocuklar. Gelenlerin çoğu çocuk olduğu için, hizmet eden ve oyunu seyretmeye gelen çocuk birbirlerini ilgiyle süzüyorlar. Eminim gelen de, annesine babasına, “Ben de böyle bir görev almak istiyorum,” gibi bir şey söylüyordur.
Oyunun seçilmesinde, kostümlerin tasarımında, üretiminde, oyunun provasında anababalar ve çocuklar da görev alıyorlarmış. Oyuncuların tümü yetişkin profesyonel insanlardı, ama çocuklarla birlikte çalışmaya alışmış oldukları belliydi.
Oyun zamanında başladı. Çocuklar çocuksu gülmeleri ve sesleri ile hiç kimseden azar işitmeden bazen sahnedeki insanlara oyun sırasında, “öyle yapma,” “bağırma ben bağırmanı istemiyorum,” ya da yanında oturan annesi ya da babasına, “neden öyle dedi?” gibi sorular soruyorlar. Bu tür çocuk konuşmaları benim için oyunu daha bir zevkli ve sevimli kılıyor.
Dikkatimi çekti gelen ortalama 400 kadar kişiden ancak bir tanesi siyahtı ve o da genç bir kız olarak çocuklu bir başka aileyle birlikte gelmişti. Hiç Meksika ya da Asya kökenli yoktu. Tüm dinleyici kitlesi hemen hemen beyaz ve sarışın insanlardan oluşuyordu.
Seattle kentinin yüzde kaçının siyahlardan ve diğer azınlıklardan oluştuğunu bilmiyordum, ama tahminim en azından yüzde 15 veya 20’ler dolaylarındadır. Kentin nüfusu bu tiyatro salonunda temsil edilmiş olsaydı, 60 ya da 80 arası ‘beyaz’ olmayan kişi olması gerekirdi.
Diğer yanda bana söylendiğine göre Amerikan hapishanelerindeki mahpusların yüzde seksen beşi siyah ve Meksika orijinli Hispanik dedikleri kişilerden oluşuyormuş. Oğlum Timur’un söylediğine göre Amerikan hapishanelerindeki üniversite çağındaki siyahların toplam sayısı, üniversitedeki siyah öğrencilerin birkaç katıymış.
Tiyatroda yoklar, ama hapishaneler onlarla dolu.
Aklıma üç soru geliyor; Bir, bu durum kimlerin umurunda?
Konuştuğum her Amerikalı bu duruma çok önem veriyor görünüyor, ama günlük yaşamına baktığın zaman hiç kimsenin umurunda değilmiş gibi bir hayat devam edip gidiyor. Yani umurundaymış gibi konuşuyorlar. Amerikan toplumunda gözlediğim mış gibiliklerin başında gelen bir gözlem bu.
Aklıma gelen ikinci soru; Bu durum neden böyle?
Eminim bu konu kültürel-toplumsal, ekonomik, politik, tarihsel yönden çok incelenmiş, birçok doktora tezlerinin, araştırmaların ve kitapların konusu olmuştur.
Aklıma gelen üçüncü soru; Toplumun böyle kıyıda köşesinde kalmak istemeyen bir siyah ya da hispanik Amerikalı kendi iradesi ve çabasıyla içinde bulunduğu durumdan sıyrılıp televizyon sunucusu olarak şöhret yapan siyah Oprah ya da şimdi Demokrat Parti’nin başkan adaylığı için uğraş veren Barack Obama gibi başarılı olma şansına sahip mi? Eğer isteyen kişi yapabiliyorsa, istemeyenler neden istemiyorlar?
Bu soruların yanıtlarını bilmiyorum; ama; Amerika’da yaşayan biri olsaydım, bu soruların yanıtlarını araştırmak için zaman ve emek verirdim.
***
24 Ocak Perşembe günü Seattle’dan Los Angeles’a rahat bir uçak yolculuğuyla geldim. Los Angeles Hava Alanında (LAX) bavullarımı beklerken, 8-9 yaşlarında sarışın, yeşil gözlü, gözlerinin içi hüzün dolu, temiz giyimli hanım hanımcık küçük bir kız gördüm. Kızın görünüşünden onun ailesinin oldukça iyi bir ekonomik durumda olduğunu anlıyordum. Ama kızla beraber olan hafif tombulca, elli yaşlarındaki kadın siyah saçlı tıknaz biriydi. Bavul beklerken benim yanımda durdular. Küçük kız biraz bavulları bakmak için yerinden kıpırdasa, kafasını uzatsa baksa, kadın azarlayan bir tonla, “Hayır; sen şöyle dur, Lütfen!” “Lütfen” kelimesinin böyle tokat gibi kullanılışına daha önce hiç şahit olmamıştım. Dikkat ettim, “Lütfen,” kelimesinden sonra mutlaka “teşekkür ederim,” diyordu. Ama dediğim gibi bu iki kelime de tokat gibi, ruhsuz, cezalandırma, aşağılama amaçlı kullanılıyordu.
İçim bunaldı. Kızın gözlerindeki hüzün bana acı verdi.
Şöyle bir hayal kurdum: Muhtemelen gece gündüz çalışan eğitimli profesyonel bir anne ve eğitimli profesyonel bir babanın çocuğuydu. Eşler boşanmışlar ve şimdi Amerika’da farklı kentlerde oturuyorlardı. Örneğin kadın Los Angeles’ta, baba Seattle’da. Ve bu kadın çocuğun mürebbiyesiydi ve “Please” ve “Thank you” dediği sürece ruhsuzluğu ve sevgisizliğini kimsenin anlayamayacağı bir toplumdaydı.
İlişkinin formülü, ilişkinin kendisinden, insanın kendisinde daha önemli hale gelmiş.
(Yukarıda yazdığım bana şimdi çok önemli göründü. Üzerinde tekrar düşünmem gerektiğini biliyorum.)
O kızı kucaklayıp onun ne kadar değerli olduğunu, ne kadar sevilmeye layık olduğunu söylemek geldi içimden. O gece otel odamda yüreğimdeki sızının kaynağını bulmaya çalıştım, o kızın gözünde gördüğüm hüzün çıktı karşıma.
Kendimle yüzleşmek istedim. Ben Türkiye’deki insanlarıma ilişki formüllerini mi öğretmeye çalışıyorum? İletişim bilincini uyandırmaya çalışırken, sakın “iletişim formülünü kullanın, formül insandan daha önemlidir,” mesajını vermiş olmayayım?
Formül “yüz”dür. Ben her türlü yüz baskın ortama karşıyım. Bu tür ilişkiler ortamında ruhum sıkılıyor.
Ben ‘can cana bir yolculuk için iletişim,’ diyorum.
Batı’nın “lütfen” ve “teşekkür ederim” ‘yüz’ü çok sevimsiz ve ruhsuz göründü bana.
Doğan Cüceloğlu (24.02.2008)
1 Yorum