Bunalan Öğretmenler (4)

"Onlar benim gerçek kahramanlarım. Bu ülkenin geleceğine en güçlü damgayı vuracak gizil güç onlar. Bu anlamda onları gönlüme en yakın gönüldaşlarım olarak görüyorum ve bu vesileyle sevgi ve saygımı yolluyorum."

“Disiplin” rumuzu ile belirttiğim öğretmenin şikayetini üç başlık altında toplamıştım: 1- Söz dinlemeyen haşarı öğrenciler; 2- Dersle, öğrenmeyle, gelişmeyle ilgilenmeyen amaçsız öğrenciler ve 3- Öğrencisiyle ne zaman nasıl ilişki kuracağını şaşırmış öğretmenler.

Geçen yazımda bu durumun yalnız bizim öğrencilerimize ait olmadığını, aynı şeyleri Kaliforniya’da devlet okullarında da gözlediğimi ama orada öğrenciler için farklı bir eğitim ortamı oluşturulduğunu söylemiş ve “Türkiye’de ergenlere öğretmenlik yapan birinin farkında olması gereken neler var?” sorusuyla konuyu bu haftaya aktarmıştım.

Evet, Türkiye’de öğretmenlik yapanların bilmesi gereken neler var? Şu ana kadar yaptığım çalışmaların sonucu aşağıdakileri önemli görüyorum:

Öğrencilerin çoğu yüz baskın korku kültürünün hakim olduğu bir aile ortamından geliyorlar. O nedenle kendine ceza verebilecek gücü olan insanlara “saygılı” davranır, güçsüz gördüğü insanları hiç umursamazlar. (Ne demek yüz baskın korku kültürü? İletişim Donanımları adlı kitabımda “Yüz” ve “Can” kavramlarını işledim. Yüz baskın korku kültürü ve can baskın sevgi kültürü kavramlarını şu anda üzerinde çalışmakta olduğum Neden Mış Gibi Yaşamlar kitabında ayrıntılı olarak irdeleyeceğim.) Öğretmenin karşısına gelen öğrencilerin çoğu, çocuklarını geliştirmek isteyen ailelerde değil, önceden belirlenmiş kalıplara sokmak isteyen ailelerde büyümüşler, o nedenle “kalıplanmış” biri olarak okula gelmişlerdir. (“Geliştirmek” ve “kalıplamak” nedir ve aralarındaki temel farklar nedir, sorularını da yukarıda sözünü ettiğim kitapta ele alacağım.) Okullarımızdaki öğretmen ve yöneticilerin pek çoğu “geliştirmek” ve “kalıplamak” arasındaki fark üzerinde hiç düşünmemişlerdir ve kendileri aynı öğrencileri gibi kalıplayan aile ortamlarının ürünüdürler. Bu tür yönetici ve öğretmenlerin öğrencilerle kurduğu ilişkide en temel motivasyon yine korkudur. Korkuya dayanmayan bir ilişkiyi hayal etmekte, anlamakta bu tür yönetici ve öğretmenler kavramakta güçlük çekerler. Bir öğrencinin bir birey olarak anlamaktan, keşfetmekten zevk aldığı konuları, sınav ve not kaygısı olmadan, sırf merak edip öğrenmek istediği için çalışacağını, emek vereceğini düşünemezler. Gerçekten de yüz baskın korku kültüründe yetişen öğrenciler sınavda sorulmayacak konuları çalışmayı, öğrenmeyi “kerizlik” olarak görürler. Çocuklar bir birey olarak geliştirilme yerine, bir kalıbın içine sokulmaya çalıştırıldıkları için şu durumlardan biri içinde bir gelişim tablosu gösteriyorlar: a) Kişiliğini kaybetmiş, korkudan başka hayatta hiçbir motivasyonun olmadığı “ezik” “pısırık” tipler. Bu tipleri öğretmenlerin çoğu çok sever; onlar için, “söz dinleyen,” “uysal,” “efendi,” “hanımefendi” derler. b) Kişiliğini isyan etmekte, karşı gelmekte, kendinden zayıfları ezmekte bulanlar ise “bencil,” “haylaz,” “narsis” “haşarı” ve “sadist” olarak adlandırılır. Ya sağlıklı öğrenciler? Kimse onlardan söz etmez. “Ezik” ve “haylazlar” için korkudan başka motivasyon yoktur. İster “ezik” ister “haşarı” olsun, her iki tip öğrencinin ortak özelliği şudur: bir birey olarak kendine değer verilmediği için kendini değersiz hisseder, içindeki öfke yüksek, özsaygısı düşüktür. Ülkemdeki eğitim insanı amaç edinmez, insan araçtır. Eğitim insanı geliştirmenin değil, meslek kazanmanın, para kazanmanın, ideolojik ve teolojik doktrinler aşılamanın bir aracıdır. İçi öfkeli genç ergen bir düzeyde bunun farkındadır ve kendine hiç değer vermeyen bir ailede, okulda, toplumda ve evrende yaşadığını düşünür ve bu öfkesini bir insan olarak kendine önem vermeyen okula, öğretmene, topluma kusmaya hazırdır. Bu ruh hali içinde yalnızdır, kendine ve topluma yabancılaşmıştır. Ve çok mutsuzdur. Kendini bu dünyaya getiren düzen onu aldatmıştır; kendi olarak yaşaması gereken bir yaşam olanağı elinden alınmıştır. Evreni anlama çabası engellenmiştir, anlama çabası yerine ne verilmiştir? Otoritelere “saygı” duyulması söylenirken aslında gerçek söylemin, “korkulması gereken otoritelerin düşünceleri zorla ezberleme ve papağan gibi tekrar etme” olduğunu keşfetmiştir. O bir insan olarak kendi yaşamında hesaba alınmamıştır.

Bu durumda ben neler yapardım:

1. Öğrencilerimi yargılamaz, onların öfkesini, yalnızlığını, arayışını anlayışla karşılardım. En içimde, içimin derinliklerinde, davranışları ne olursa olsun, öğrencilerimin sevilecek varlıklar olduğuna kendimi ikna ederdim.

2. Onlara konuşmaktan çok onları dinlerdim.

3. Onlara konuşmaz, onlarla konuşurdum. (Ben buna “öğrencilerle sohbet içinde olmak” diyorum.)

4. Sürekli kendimi geliştirmeye özen gösterirdim: Bunun için her gün yatmadan önce kendim için 20 dakika ayırırdım. Bu 20 dakikanın 5 dakikasında şu iki soruya yanıt bulmaya çalışırdım:

* Bugün beni en çok etkileyen ne oldu? *Bendeki hangi özelik bu olayın beni bu şekilde etkilemesine yol açtı?

Diğer 15 dakikada Türk ve dünya klasiklerinden okurdum. Ve okumaya her gün zamanım oldukça devam ederdim.

5. Boş zamanlarımda öğrencilerimi gözler, isterlerse benim konuşabilecekleri izlenimini verir, ama kendimi onlara empoze etmezdim.

6. Ne ana babaları, ne yöneticileri, ne diğer öğretmenleri ne de toplumu yargılamaz, suçlamaz, onların davranışlarının temelinde yatan düşünce ve inançları anlamaya çalışırdım. (Bu tutuma savaşçı tutumu diyorum; Anlamlı ve Coşkulu Bir Yaşam İçin Savaşçı adlı kitabımda anlattım.)

7. Savaşçı tutumu içinde olan diğer öğretmen, yönetici ve öğrencilerle birlikte konuşma ve gelişme olanakları yaratmaya çalışır, böyle bir grubun yaşamımda yer almasına özen gösterirdim. (İnternet mekan kısıtlamalarını aşarak böyle bir grubun elektronik ortamda oluşmasına olanak vermektedir. Aslında www.dogancuceloglu.net sitesinin oluşmasının altındaki temel motivasyon budur.)

Bu yazımı bana yeni gelen bir öğretmen mektubunu paylaşarak noktalamak istiyorum. Aralarda parantez içindeki italik yazılar bana aittir.

Öğrencilerimi üzmemek için elimden her şeyi ve aklıma gelen yöntemlerin hepsini denedim ama bir türlü yine de anlaşamıyoruz. Sizin son kitaplarınız hariç hepsini okudum. İnanın hocam köyde kitaplarda yazdığı gibi hiç olmuyor. Ne yapacağımı şaşırıp kaldım. Kafam allak bullak ne yapacağımı bilemiyorum. Etkili öğretmenlik eğitimi adlı kitaptaki gibi etkin konuşmayı da yaptım. Çocuklar hiç tınlamıyorlar. (Öğretmen geliştirmek için iletişim kurmaya çalışıyor; kalıplanmış öğrenciler bunu anlamıyor ve ortamda korku olmadığı için öğretmeni tınlamıyorlar. Milli eğitim yönetimi de bu öğretmeni anlayamaz, çünkü çocukları kalıplamaya alışmış, onları insan yerine koymanın işlemeyeceğini onlar biliyorlar. ) Üniversiteyi okurken hiç emekli olmayıp elimde bastonla derse gideceğim diye düşünürdüm. Mesleğimin beşinci yılındayım; öğretmenlik mesleğinden nefret edecek konuma geldim. İlk atandığımda ne hayallerle gelmiştim. Ama şimdi hayal meyal kalmadı. Milli eğitimin çarklarındaki klasik öğretmenlere dönüştüm. Ben böyle bir öğretmen olmak istemiyorum. Çaresizim. (Bu öğretmenimin kendi gibi düşünen savaşçı tutumunda diğer öğretmenlerle konuşmaya, buluşmaya, yazışmaya gereksinimi var. Lütfen bu öğretmen için benim sitede üst sağ köşede “Yorum Gönder” kısmına yazın ve öğretmenler birbirinize birer selam gönderin ve düşüncelerinizi paylaşın.)

Ülkemdeki öğretmenler benim yaşamımın oluşmasında en önemli katkıyı sağladılar ve sessiz sedasız şu anda bunu yapan binlerce öğretmen olduğunu biliyor ve hepsinin önünde saygı ile eğiliyorum. Laf değil, gerçekten eğiliyorum. Onlar benim gerçek kahramanlarım. Bu ülkenin geleceğine en güçlü damgayı vuracak gizil güç onlar. Bu anlamda onları gönlüme en yakın gönüldaşlarım olarak görüyorum ve bu vesileyle sevgi ve saygımı yolluyorum.

Doğan Cüceloğlu (28/01/2007)

Yorumlarınızı Paylaşın

GÖNDER

1 Yorum

  1. CanerAnneme sorduğumda reçel yapmak bile "zor" diyordu, o halde biliyorum ki öğretmen olmak daha "zor" olacak...

İlgili kitaplar

Güncel Video

Çaresizlikten nasıl kurtuluruz?

‘İyimser’ ve ‘kötümser’ olmak arasındaki fark nedir? Çaresiz mi doğuyoruz? Neden depresyona giriyoruz?