Bunalan Öğretmenler (1)
"Ağlayan, sızlayan öğrencilerine dört elle sevgiyle sarıl; onların bütün istediği senin sevgin. Gönlünü hoş tut sevgili öğretmenim!"
Bu yazı dizimde öğretmenlerin yazdığı mektuplara yer vereceğim. Gözlemleri ve sordukları sorular şöyle:
“Sıkılan” adını verdiğim öğretmen yazmış:
Merhaba, 1.sınıf okutan stajyer bir öğretmenim. Öğrencilerim çok çabuk ağlıyorlar. En ufak bir olay bile ağlamalarına yetiyor. Mesela ders içinde silgisini kaybediyor ağlıyor, evde bir şeyini unutmuş ağlıyor. Bu bana ders içinde ve ders dışında sıkıntı veriyor. Artık bunalıyorum. Yardımınızı rica ederim.
“Önemseyen” adını verdiğim bir başka öğretmen de şöyle yazmış:
1. sınıf öğrencilerim sık sık, “Kimse benimle oynamıyor. Arkadaşım yok,” diyor. Bu soruna nasıl bir kalıcı çözüm bulabiliriz? Konuyu gündeme getiren daha çok eğitim seviyesi üniversite mezunu olan velilerimdir. Saygılarımla.
Başka bir bunalan öğretmen daha var. Dile getirdiği sorun farklı. “Disiplin” adını verdiğim öğretmen şöyle yazmış:
Merhabalar, bugün size yazma ihtiyacı duydum. Öğrencilerle baş edememek beni son derece mutsuz ediyor. Beni eğlence unsuru olarak görüyorlar. Benimle ilgili espriler yaparak eğleniyorlar. Kızdırmaya çalışıp başarılı olduklarında bir kaleyi fethetmişçesine övünüyorlar. Dersine girdiğim öğrenciler çoğunlukla 9. sınıf öğrencileri; çocuk da yetişkin de değiller.
Nasıl yaklaşacağımı bilemiyorum arkadaş gibi yaklaşıyorum mesafeyi tutturamıyorlar. Teneffüslerde gelip elini omzuma atan, koluma giren oluyor. Bağırıp çağıran despot biri oluyorum; bu defa düşmanmışım gibi savaş açıyorlar. Her iki durumda da sözümü dinlemiyorlar. Bir şeyleri yapmadıklarında onlara cezalar vereceğimi söylüyorum, ama çoğunlukla söylediğim cezaları vermediğim için artık beni dikkate bile almıyorlar.
Sınıfta kalma korkusu yok, gelecek kaygısı yok, amaç yok, hedef yok, hiçbir şey yok bu gençlerde!
Bunlara nasıl eğitim vereceğiz biz? Onlar için her şey anlamsız!
Yazdığı bir başka mektupta aynı öğretmen şöyle diyor:
Bugün kantinde nöbetçiydim: birkaç öğrenci tartışmaya başladılar sorunu anlamak için yanlarına gittiğimde bana, “Siz ne karışıyorsunuz? Biz kendi aramızda hallediyoruz!” diye üzerime yürüdüler; ne yapacağımı şaşırdım. (Kadın olmanın dezavantajları çok lisede- öğretmenin parantezi) ve bir şey yapamadığım, nasıl davranacağımı bilemediğim için kendimi çok aciz hissettim.
Böyle bir durumda ne yapabilirdim?
***
Gördüğünüz gibi öğretmenler mektuplarda dile getirdikleri sorunlar farklı. Sıkılan öğretmenin mektubu türünden mektuplar alınca iki seçenek düşünüyorum:
Birinci seçenek, “Psikolog Abla-Abi” dilinde yanıtlamak. Şöyle: “Tatlı Öğretmenim, onlara kızma, sevgi göster; o yavrucaklar senden sevgi bekliyor. Öğretmenlik mesleğini seçtiğine göre böyle şeylere hazırlıklı olman gerek. Çok sıkıldığın zaman dışarıya bahçeye çık şöyle derin bir nefes al; hayatında seni mutlu edecek güzel şeyleri düşün. Öğretmen olmak istediği halde öğretmen olamamış dışarıda ne kadar çok genç var, onları düşün. Ve ağlayan, sızlayan öğrencilerine dört elle sevgiyle sarıl; onların bütün istediği senin sevgin. Gönlünü hoş tut sevgili öğretmenim!”
İkinci seçenek bir “bilim insanı olarak” olayı alıp irdelemek. Onu yapmak isteyince iş o kadar kolay gözükmüyor; bilim insanı olmanın verdiği bir yöntem içinde olayın üzerine gitmem gerekiyor. Ve ben de şimdi öyle yapacağım.
Bilimin ilk adımı incelediği nesnenin, olgunun, davranışın verilerini toplamak ve adını koymaktır; buna “ne” sorusunun yanıtını bulmak diyoruz. Sıkılan öğretmenin mektubunda “ne”nin iki tane olguya işaret ettiğini görüyoruz: 1- Çocukların sık sık ağlaması; 2. Öğretmenin içinin sıkılması, bunalması.
Bilimsel yöntemin ikinci adımı “nasıl” sorusunun yanıtını bulmaktır. Örneğin, çocukların olduk olmadık şeye ağlamasını nasıl açıklayabiliriz?
Küçük çocukların ağlaması genel bir dildir. Yolunda gitmeyen bir şey olduğunu ifade eder: acıkınca ağlar, uykusu gelince ağlar, kucağa alınmak isteyince ağlar, altı ıslanınca ağlar, gazı olunca ağlar. Anne bu genel ağlama dilini duruma göre yorumlamayı bilir ve gerekeni yapar ve bebek hemen mutlu bir bebek olur. Yetişkinin kaygılanacağı, korkacağı, öfkeleneceği, sabırsızlanacağı, hayret edeceği durumlarda küçük çocuk ağlar. Çocuğun ağlaması, ben çaresizim, bir şeyden kaygılanıyorum, korkuyorum ve ne yapacağımı bilemiyorum, anlamına gelir. Çocuk büyüyüp olgunlaştıkça iki şey birden olur: 1. “Çaresizlik” duygusunun yerini “yapabilirim” duygusu ve 2. “Ağlama” davranışının yerini “konuşma” almaya başlar.
Peki, bu çaresizlik duygusu nasıl gelişir ya da yok olur?
Çaresizlik duygusu özgüvenin karşıtıdır; yani özgüveni yüksek olan insanda çaresizlik duygusu düşük, özgüveni düşük olanda ise çaresizlik duygusu yüksektir. Geçen haftalardaki yazılarımda belirttiğim gibi, özgüveni yüksek insanın temel duygusu, yaşamda karşıma birçok sorunlar çıkar, ama ben bir yolunu bulur onların altından kalkarım, duygusudur.
Bu noktada şöyle bir soru sorabiliriz: Türkiye’de 1. sınıf öğrencileri, benzer durumlarda diğer ülkelerdeki yaşıtlarından daha mı çok ağlıyorlar? Örneğin bir İspanyol ya da Hollandalı ilkokul 1. sınıf öğrencisi silgisini kaybettiğinde ya da evde unuttuğunda bizimkiler gibi ağlıyor mu? Eğer yapılan gözlemler, evet onlar da bizim çocuklar gibi ağlıyorlar, ise o zaman çocukların ağlamasının o yaş grubunda doğal olduğu sonucunu çıkarırız. Yok onlar çoğunlukla ağlamak yerine, “Öğretmenim ben silgimi unuttum, bana yardım eder misiniz?” türünden sözel iletişimle duygu ve düşüncelerini ifade ediyorlarsa, o zaman iki toplum arasında çocuk yetiştirmeden kaynaklanan bir farklılık olduğunu söyleyebiliriz.
Elimde böyle karşılaştırmalı bir veri tabanı yok. Ama çocuklarımızın, özellikle gelişmiş Batı ülkelerinin çocuklarıyla kıyaslanınca özgüvenlerinin daha düşük olduğu kanısı yaygın.
Önceki haftalarda özgüvenle ilgili yazdığım yazıları okuma fırsatı bulamamışsanız okumanızı salık veririm. Çaresizlik duygusu üzerine psikolog Martin Seligman’ın otuz yılı aşkın yaptığı araştırmalar, nevroz türü akıl hastalıklarının temelinde çaresizlik duygusu yattığını gösterdi. Seligman çalışmalarının sonunda “öğrenilmiş çaresizlik” kavramını psikoloji literatürüne soktu. Bu önem verdiğim bir konu ve ilerde bir kitap yazarak irdelemek istiyorum.
Bu noktada şimdi şunu söyleyebiliriz: Demek ki Sıkılan öğretmen 1. sınıf öğrencilerinin çoğunun kendilerini çaresiz hissettiklerini gözlüyor. Öğrencilere, “Çocuklar kendinizi çaresiz hissetmeyin, silginizi evde unutmuş olabilirsiniz, onun çaresine bakılır, ağlamanıza gerek yok,” demekle bu sorun çözülür mü? Hayır. Daha önce söylediğim gibi çaresizlik duygusu özgüven duygusunun düşüklüğünün ifadesidir. Çocukta özgüven düşüklüğü ya da yüksekliği çocuğun içinde yetiştiği ortamdan kaynaklanır. Yani kökleri çocuğun yetişme ortamındadır, öğretmenin bir iki sözü ile özgüven duygusunu değiştirmek olanaksızdır.
Şimdi gelelim Sıkılan öğretmenin kendi sıkıntı ve bunalım duygularına. Bu öğretmen 1. sınıfta bir öğrenci olsaydı sanırım ağlayan çocuklardan biri olacaktı. Çünkü mektubu, “çocukların ağlamasına anlam veremiyorum, ne yapacağımı bilemiyorum, kendimi çaresiz hissediyorum” duygusunu açık seçik ifade ediyor. Bu mektubu yazan öğretmen ağlayan çocuklarla ilişkisinde kendisini öğretmen olarak çaresiz hissetmektedir.
“Öğretmen olarak” çaresiz hissetmektedir dedim. “Öğretmen olarak” ifadesini, genel olarak özgüven eksikliğinden ayırt etmek için kullandım. Bu öğretmenin bu durumda sıkılması ve bunalması bana şunları düşündürüyor: 1. Bu kişi yanlış mesleği seçmiş, temelde çocukları seven birinin onların ağlamalarına farklı gözle bakması gerekirdi. Öğretmenlik mesleğini uygun olmadığı halde istemeyerek seçen biri hem kendi yaşamına hem de öğrencilerine yazık etmiş oluyor ve daha da acısı hem kendine hem de öğrencilerine zarar veriyor. 2. Onu öğretmenliğe hazırlayan eğitim sürecinde temel bir aksaklık ve eksiklik var. Bir öğretmenin çocuklarımızda çok sık gözlenen davranışlarına bu kadar hazırlıksız ve “farkındalıktan yoksun” olması, öğretmeni yetiştiren eğitim düzeninde temel aksaklıklara işaret ediyor.
Bana göre durumun özeti: Özgüveni düşük (mış gibi anababalar tarafından yetiştirilmiş) çocuklarımıza, kendini tanımadan öğretmenliği bilinçsiz olarak seçmiş ve mış gibi bir eğitim kurumundan mezun olmuş birinin hali.
Bazı okurlarım durumu bayağı abarttığımı düşünebilirler; gerçekten öyle yapıyor olabilirim, böyle düşünenlere saygım var. Ama “Mış gibi” durumları ben Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olarak görüyorum ve yeteri kadar konuşulmadığını, irdelenmediğini, üzerinde düşünülmediğini gözlüyorum.
Önümüzdeki hafta Önemseyen ve Disiplin öğretmenlerin mektuplarıyla konuyu irdelemeye devam edeceğim.
Doğan Cüceloğlu (06/01/2007)
0 Yorum