Sizin Çocuklarınız Ne Kadar Şanslı – 3
Tırtılın kelebeğe dönüşümü gibi bir dönüşüm süreci başlamıştı yaşamımda. Artık terzi olmuştum.
Emily’i ne kadar kırdığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Onun Amerikalı olmasını sanki bir insanlık suçu haline getirdim.
O elinden geleni yapmaya çalışarak Türkçe öğrendi, Türk yemeklerini öğrendi, Türk arkadaşlarımla ve onların eşleriyle ilişki kurdu. Ama ben kendime kızgındım, Her fırsatta Emily’i kırdım, üzdüm, incittim; ona kızgındım. Şimdi daha iyi anlıyorum, aslında hepsinin temelinde kendime olan kızgınlığım yatıyordu. Emily’i herhangi bir konuda benden farklı düşünemezdi; aynen benim gibi düşünmeliydi. Şimdi bunları yazarken bu söylediklerim bana gerçekten tuhaf geliyor, “bunu ben gerçekten yaptım mı?” diye soruyorum kendime. Ama yaptım. Bir kadının kocasından farklı düşünmesi gücüme gidiyordu; erkekliğime dokunuyordu.
Şimdi anlıyorum, zavallı kızın yaşamının en zor ve en duyarlı zamanında ona destek olacak hiçbir şey yapmadım. Ondan, sürekli, küçük kasabada yetişmiş kocasına itaat etmeyi damarlarında hisseden, kendine ait hiçbir düşünce ve duygusu olmayan, aynen benim düşündüğüm gibi düşünen ve hissettiğim gibi hisseden bir kadın olmasını bekledim. Böyle bir şey yaptığımın ve bu beklentilere sahip olduğumun o zaman farkında değildim; şimdi geri dönüp baktığım zaman farkına varıyorum.
Niye böyle yapıyordum?
Geçen yazımda belirttiğim gibi bu yetişme ortamından getirdiğim varoluş tarzımın doğal bir yansımasıydı; karı koca ilişkisinde daha farklı nasıl ‘olunur’ bilmiyordum. İlk Çocuk İlk çocuğum Ayşen Amerika’da doğdu. Aralık ayının sonlarında doğru karlı bir günde doğum odasından Ayşen’in sesini duydum; daha sonra siyah gür saçları olan bir kız çocuğunu kucağıma verdiler. Onunla göz göze geldik; etrafına sanki şaşkınlık içinde bakıyordu. Ayşen’i ilk kucağıma aldığım zaman duyduğum en temel duygu, “bu çocuğun yaşayıp yaşamamasında, iyi bir insan olarak yetişip yetişmemesinden ben de sorumluyum,” duygusu oldu ve sanki rüyadan uyanırcasına içime bir ürperme ve ciddiyet duygusu geldi. O akşam uyuyamadım. Hep bebekle göz göze geldiğimiz o an kafamda canlanıyordu; başka bir şey düşünemiyordum. Ertesi sabah yine hastaneye gittim ve bebekleri koydukları camlı odanın penceresinden Ayşen’i seyrettim. Baba olduğuma inanamıyordum. Babalığın sorumluluğunu hissetmeye başlamıştım ve içimde korku, kaygı, ciddiyet, ürperti vardı. Sevgiyi daha sonraları hissettim; göz göze gelip, onun bana gülümsemeye başladığı zaman sevgi hissi doğmaya başladı.
Emily ile evlenme kararı aldığım için doğru karar aldığımı şimdi anlıyordum; şimdi tek sorunum, Emily’den ayrıldığım zaman çocuğumun ne olacağı sorunuydu. Ayşen’i kucağıma alıp sevdikten ve mutlu olduktan sonra kaç kez yalnız bir yerlere çekilip ağladığımı hatırlıyorum. Doktora çalışmam bittikten sonra İstanbul Üniversitesi, Psikoloji Bölümü’ndeki Asistanlık görevime geri döndüm. Bu görevde bir buçuk yıl çalıştıktan sonra askerlik görevimi yapmak üzere Ankara’ya gittim. O zamanlarda geçerli olan yasalara göre, eğer yabancı uyruklu biriyle evliysen yedek subay olarak görev yapamazdın; askerliğini er olarak yapman gerekirdi.
Askerliği er olarak yapmanın birçok sıkıntıları vardı ve ben bu sıkıntıları göze alamadım. Emily’e durumu anlattım, “askerlik süresi boyunca boşanalım,” dedim. Emily isteksiz isteksiz kabul etti, ama daha da durgunlaştı ve sessizleşti. Daha sonra bana böyle bir boşanmanın onurunu çok kırdığını söyledi; onu kıran en önemli davranışım, askerlik için ondan boşanmayı istemek olmuştu.Burada kadın ve erkek arasındaki algılama farklılıklarının birini görüyoruz; erkek olarak ben pratik ve akıllıca bir çözüm bulduğum kanısındaydım ve bu nedenle boşanmamızın Emily’nin gücüne gideceğini aklımın ucuna dahi getirmemiştim. Emily, er olarak yapmanının zorluklarını göze alarak, askerliğimi er olarak yapmaya karar vermemi beklemişti; böyle bir davranış onu kadın olarak onurlandıracak ve benim kendisini sevdiğimin kanıtı olacaktı. Böyle yapmamam onun kalbini derinden zedelemişti.
Yedek subaylık süresince Emily ile Ankara’da beraber oturduk ve yedek subaylık dönemim bittiği zaman Emily Elif’e hamileydi. Terhis olduktan sonra Ankara’da yeniden evlendik. Gençlik Parkı’ndaki Evlendirme Dairesi’nde çekilmiş nikah resminde Emily altı aylık hamileydi ve Ayşen beş yaşında aramızda duruyordu. Askerlikten sonra Ankara’da Hacettepe Üniversitesi, Psikoloji Bölümü’nde çalışmaya başladım. Elif iki yaşındayken Timur doğdu. Ben akademik kariyer basamaklarında ilerlemeye başladım ve doçent oldum. Hala öfkeliydim ve istemediğim bir evlilikte yaşamımı heba ettiğimi düşünüyordum. Evlilik Hapishanesi “İnsan mutluluğunun kaynağı ailedir, yuvadır,” demiştim. Yukarıda anlattıklarımdan anlayacağınız gibi ben mutlu değildim, Emily mutlu değildi ve en acısı, çocuklar mutlu değildi.
Bir evlilik hapishanesi yaratmıştım. Bu evlilikte kendimi özgür bir insan olarak görmüyordum; yani kendim değildim. Emily’nin doğal kendisi olarak düşünmesine, hissetmesine, paylaşmasına izin vermiyordum. Bu ortamda çocuklarımda kendi çocukluklarını yaşayarak büyüme olanağı, doğal olarak, bulamıyorlardı. Bu hapishaneyi yaratan da bendim ve bu hapishanenin gardiyanı da bendim. Sadece benim borum ötmeliydi ve bu konu üstünde titizlikle duruyordum. Emily sadece benim dediklerimi yapmak ve benim gereksinmelerimi yerine getirmek üzere oradaydı. Bir seminerde bu durumu anlattıktan sonra ön tarafta oturan bir bayana, böyle bir evlilik içinde olsanız nasıl hissederdiniz, diye sordum. “Kendimi bir hiç olarak görürdüm ve çok mutsuz bir kadın olurdum!” dedi. Emily’de mutsuz bir kadındı. Bu evlilikte can yoldaşlığı yoktu; birlikte yaşamanın coşkusu yoktu; herkesin benden korkmasını istiyordum ve bu hapishanede gardiyandan herkes korkuyordu.
Doçent olduktan sonra Fulbright bursuyla bir yıllığına, Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley Kampüsü’ne gittim. Orada evlilik terapisine gitmek istedim; Emily terapiye gitmekten korktu. Kendisiyle ilgili korkuları olduğunu o zaman anladım. Emily altı yaşındayken babası hastalanmış ve hayatlarından çıkmış; ama, Emily’e babasının neden evde olmadığı hiç açık seçik anlatılmamış. Emily daha sonra, lise çağında bunu annesinden tesadüfen öğrenmiş. O zamana kadar hep babasının kendilerini terk ettiğini düşünmüş. Bunu bilmiyordum ve bunu Berkeley’de öğrendim.
Emily’nin annesi nice zorluklarla çocuklarını tek başına büyütmüş ve kadın olarak o günlerde büyük karşı koymalarla, ayırımcılıkla karşılaşmış. Örneğin, aynı işi yaptıkları halde, kadın olduğu için, erkekten daha düşük ücret alıyormuş. Emily’nin annesinin erkek baskın topluma ve genel olarak erkek tavrına karşı içten içe duyduğu öfke, babasından ayrı kalan küçük kız Emily’e de geçmiş. Terapiye giderek bütün bunların ortaya çıkmasından korkan bir Emily vardı karşımda. Berkeley’de Emily’den ayrılarak Türkiye’ye yalnız dönmeye karar verdim. Çocuklarımdan ayrılışım çok acıydı, ama sanki bir bilinmez el beni ayrılığa doğru itiyordu. Kızım Ayşen’in, baba gitme, diye ağlayışı hiç gözümün önünden gitmez. Ayşen on bir, Elif beş ve Timur iki buçuk yaşındaydı. Timur, baba ben şimdi kiminle güreşecem, diye hava alanında bana sordu. Bunlar benim için çok acı anılar ve şu anda bunları yazarken içim acıyla burkuluyor ve gözlerimden sicim gibi yaş akıyor.
Bomboş Bir Ev, Bomboş Bir Hayat….
Türkiye’ye tek geldim. Ankara hava alanında ablam ve abimler karşıladılar. Akşam yemeğinden önce biraz içimi dökmek istedim; konuşmak istedim. Televizyonda bir Türk filmi vardı ve abimin gözü ara sıra televizyona kaçıyordu. O zamanlar Türkiye’de tek televizyon kanalı vardı ve ancak haftada bir kez film gösteriliyordu. Çok kırıldığımı anımsıyorum. Konuşmamı yarıda kestim ve o benim konuşmamı yarıda kestiğimin farkına dahi varmadı. Konuşmayı erken bitirdiğim için memnundu; televizyondaki filmi bölmeden seyredebilecekti. Çok kırıldığım bu davranışı şimdi anlayışla karşılıyorum. O da benim yetiştiğim ortam da yetişti. İnsanların iç dünyasına duyarlı bir bilinç geliştirmek ve yaşamda temel değerlerinin ve bu değerlere bağlı önceliklerinin farkına varmak konusunda o da ancak benim kadar nasibini alabilmişti; ikimiz de “yetişme özürlü” idik. Daha sonra Gaziosmanpaşa’daki evime gittim; bomboş bir ev beni karşıladı.
Çocukların ayakkabıları, oyuncakları vardı sağda solda. İçim yanıyordu.Büyüklerimden bazıları, sen bir gavurla evlendin, çocuklar da gavur çocuğu, hepsini unut; burada eli yüzü düzgün bir kızla evlen, hayatını yeniden kur, dediler. Bu satırları yazarken bir anım aklıma geldi. Daha önceki dönemde askerlik işleriyle ilgili olarak geldiğimiz Ankara’daki ağabey imlerin birinin evinde gece yatısına kalmıştık. Ertesi gün biz ayrıldıktan sonra eve gelen temizlikçi kadına yengem, şu çarşafları iyice yıka, bu yatakta bir gavur yattı, kokusu sinmiştir, kokusu kalmasın, demiş.
Aynı temizlikçi kadın Ankara’daki ablamlara da gittiğinden, yengemle yaptığı bu konuşmayı ablama söylemiş, o da daha sonra bana anlattı. O yengeme de kızamıyorum; çünkü o da benim içinde yetiştiğim ortamda yetişme özürlü olarak yetişmişti. Ve şimdi evlilik boyunca Emily’e aslında şu mesajı verdiğimin farkına vardım: “Sen gavursun, sen bizden değilsin, seni hayatımda görmek istemiyorum, sen hayatımda olduğun için el alem bana ne diyecek, kendimden utanıyorum.”
İçinde yetiştiğim ortamın tüm yetersizliğini görecek ve Emily ile ilişkimi insan insana kurmak yerine, kendi yerel kültürümün robotluğundan kurtulamamışım; yengemin kurtulamadığı gibi. Çocuklarımın oyuncakları, ayakkabıları ve anılarıyla dolu o bomboş ev benim çile hanem oldu. O evde çok acı çektim. Şunun farkına vardım: çocuklarım doğdukları zaman o küçücük ellerinin içine benim yüreğimi, gönlümü almışlar. Artık ben özgür bir insan değildim; bu yürek ben ölünceye kadar onların avuçlarının içinde olacak. Bunun farkına varmam üç yıl aldı. Anladım ki, onlara babalık yapmazsam, kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim.
Akademik mevkiler ya da başka hiçbir başarı, babalık yapma görevimin yerini alamayacak. Evet, beni akıllı ve zeki sananlara yeniden hatırlatmak isterim; bunu anlamam üç yılımı aldı. Ve bunu anladıktan sonra yasal formaliteleri yaparak Amerika’ya geri dönmem bir yıl daha aldı. Çocuklarımdan dört yıl ayrı kaldıktan sonra onlarla yeniden buluştum. Çocuklarımla yeniden buluştuğumda artık yalnız bilgisi olan bir insan değildim, varoluşum, değerler bilincim, farkındalıklarım, önceliklerim temelden etkilenmiş ve dönüşüme uğramıştı. Tırtılın kelebeğe dönüşümü gibi bir dönüşüm süreci başlamıştı yaşamımda. Artık terzi olmuştum.
NOT: Canan Dila tarafından yazılan ve İş Bankası Kültür Yayınları’nca basılan İnsanı Ararken “Doğan Cüceloğlu kitabı” (iki cilt) yaşam anılarımı paylaştığım kitaptır.
Doğan Cüceloğlu (27/05/2006)
0 Yorum