“Yaptığınız Çok Günah!”
"Evet, çocuğun özü incinmişti. Ama anne bunu görecek, farkına varacak, anlayacak ve verecek durumda değildi."
“Yaptığınız çok günah!” dedi sevgili eşim Yıldız. Kadın döndü baktı, “Size ne!” dedi. Yıldız, öfkeli olmaktan ziyade, üzgün, acıyan, ağlamaklı bir sesle: “O bir can ve siz gözümün önünde ona zarar veriyorsunuz!” dedi. Kadın, söylediğini biraz farklı tekrar etti: “Size ne bayan! bu kadar basit!” Yıldız, yine aynı yüz ve acıyla dolu bir ses tonuyla, “Size ne ile ilgisi yok, içimden ağlamak geliyor yaptığınızı gördükçe, içim parçalanıyor!” dedi. Kadın döndü yürüyerek uzaklaşmaya başladı. Yıldız ve ben birbirimize baktık, ben gülümsedim, Yıldız ağlamaklı, biz de yürümeye başladık.
Güneşli bir havada, Boğaz’da, Arnavutköy’de, ışıkların bulunduğu kavşakta, yan yana bulunan iki lokantanın önünde taksi beklerken, lokantadan kucağında on, on bir aylık bir kız bebekle hışımla çıkan otuz beş, kırk yaşları arasında gösteren bir kadın gördük; orta boylu, kısa saçlı, kot pantolon giymiş, eğitimli biri izlenimi veriyordu. Kucağındaki bebek iç çekerek ağlıyordu. Bedensel bir acı değil, ruhu acı çeken, özü incinmiş biri olarak ağlıyordu. İkimizin de dikkatini çekti. Kadın yürüyor ve çocuğa öfkeli öfkeli “Sus diyorum sana, hemen sus, bak yoksa döveceğim bak!” diyor ve haşince bebeğin ağzını kapatmaya çalışıyordu. Kadın yürüyerek lokantadan uzağa giderken öfkeli öfkeli konuşmaya devam ediyordu. Kadının arkasını görüyorduk, kucağındaki çocuğun yüzü bize dönüktü. Çocuk ağlamasını durdurmaya çabalayarak, kollarını kadının boynuna sardı, kafasını omuzlarına gömdü, kadın çocuğu kendinden kopardı, kendisine bakmaya zorlayarak yeniden “Sus diyorum sana, fena olacak bak!” dedi. Ağzını eliyle sıktı, bebeğin ağzı yamuldu. Bebeğin bu reddedilmeye öfkesini belirtir bir şekilde eli annesine vurmak üzere havaya kalktı ama korkusundan vuramadı, yine kafasını gömdü ve ağladı. Kadın soğuk ve öfkeli, çocuğu sarsalayarak kendinden uzaklaştırdı, homurdanmaya devam etti.
“Bu kadınla konuşsam!” dedim.
“Ben de tam nolur bir şey söyle diyecektim. Sen konuşmazsan ben konuşacağım,” dedi Yıldız. “Sen dikkatlisin pek karışmazsın, ama ben susamayacağım.”
Kadın döndü, lokantaya dolayısıyla bize doğru gelmeye başladı. Çocuk biraz daha sakinlemiş durumda, ama iç çekerek ağlıyordu.
Kadın yaklaşıyordu ben, nasıl söze başlıyayım, bana ne derse ben ne derim, stratejisi geliştiriyordum ki, işte o an, sonradan ifade ettiğine göre benim sessizliğimden dolayı bir şey söylemeyeceğimi düşünerek, Yıldız, “Yaptığınız çok günah!” dedi. Ve otuz saniye kadar yukarıda anlattığım etkileşim oldu. Yıldız öfkeli, çaresiz ve yaşlarla dolu gözlerle bana baktı. Ben o an içim Yıldız’a sevgiyle dolmuş vaziyette, sevgili eşimi kucaklamak istiyordum; kendisine sevgiyle baktım. Çok seviyorum bu tatlı kadını, dedim, içimden. Ama yaptığı ‘doğru’ değildi ve, daha sonra bunun üzerinde konuşmamız gerekir, diye aklımdan geçirdim.
Kendisinden izin aldım (daha doğrusu izin almadan yazıyorum, ama ancak izin verirse bu yazıyı yayınlayacağım); bu otuz saniyelik kısaca etkileşimin bana düşündürdüklerini sizinle – ve eşimle- paylaşmak istiyorum.
İlk dikkat çekmek istediğim şu: Çocuk içten, ruhu acı çeken, özü incinmiş biri olarak ağlıyordu, dedim. On, on bir aylık bir bebeğin ağlayışını böyle tanımlayabilir miyiz, diye sorabilirsiniz. Susuzluktan, acıkmış olmaktan, gazdan, altı ıslanmış olmaktan ağladığı gibi, varoluşunun, özünün beslenememiş olmasından, sevgisiz ve ilgisiz kalmasından da bebek ağlar. Ve bu ağlayış diğerlerinden farklıdır. Annenin kendi özü ‘öfke,’ ‘yorgunluk,’ ‘bitkinlik,’ ‘keder,’ ‘kin,’ ‘mutsuzluk,’ ‘kendine acıma’ ve benzeri gibi duygularla çöplüğe dönüşmüşse, anne bu ağlayışı diğerlerinden ayırt edemez. Ben varoluşun altı boyutu olarak canın gereksinmelerini konuşmalarımda ve kitaplarımda¹ tanımlıyorum. Bu çocuğun canı hakkı olan sevgiyi, ilgiyi, beslenmeyi alamıyordu. Evet, çocuğun özü incinmişti. Ama anne bunu görecek, farkına varacak, anlayacak ve verecek durumda değildi. İlk bunun üzerinde düşündüm.
İkinci olarak üzerinde durmak istediğim ve Yıldız’la konuştuğum şu oldu: Bu etkileşimden ne kazanıldı? Sen kendini ifade etmiş oldun, ama kadına ne kaldı? Kadın bir şey öğrendi mi, bir şeyin farkına vardı mı? Benim tahminim o ki, kadın seni, çok muhtemelen bir fanatik dindar, cemaat üyesi olarak gördü. “Yaptığınız çok günah,” dediğin zaman Türkiye’nin bugünkü toplumsal dinamikleri içinde kadın, “günah” ile başlayan bir algılama zinciri içine girecek ve muhtemelen seni kafasından uygun gördüğü bir gruba mal edecektir. Ve konuyu çocuğuyla ilgili bir konu olarak görmekten çok, dini bir inancın kendine zorlanması gibi görmeye gidecektir. (Peki, ben Doğan Cüceloğlu olarak Yıldız’ın, “Yaptığınız çok günah,” sözüne katılıyor muyum? Evet, bütün kalbimle katılıyorum! Kadının yaptığı gerçekten çok ‘günahtı.’ Ben gerçekten ‘sevap’ ve ‘günah’a inanıyorum. Ama benim ‘sevap’ ve ‘günah’ anlayışım günlük kullanıştan, günlük anlayıştan farklı zeminlere oturduğu için, böyle bir ortamda kullanmazdım. ‘Biz değerleri’ne zarar veren şeyleri ‘günah,’ besleyen şeyleri ‘sevap’ görüyorum. Şimdi siz, bu ne demek, dediniz. Haklısınız. Bu konuyu ancak bir kitap yazarak anlatabilirim, o kitabı ben yazıncaya, siz okuyuncaya kadar, bu konuyu şimdilik askıya alalım.)
Üçüncü olarak kadının, “Size ne, size ne oluyor!” demesinin altını çizmek istiyorum. Şuna bütün kalbimle inanıyorum ki, bir toplumda insanlar gerçekten birbirlerinin çocukları ile ilgili bu şekilde algılar ve düşünürse, yani biri ‘size ne!’ demeye gerçekten inanırsa, diğeri de, ‘bana ne!’ derse, gerçekten derse, içten inanarak derse, o zaman, o toplum zaman içinde mutlaka çöker. Fabrikaları varken, alışveriş merkezleri dolup taşarken, ilk 20 büyük ekonomi içine girmeyi başarabilmişken, çöker. O çöküşün arkasında oluşan leşi akbabalar paylaşır. Ve bu derin sevgisizliğin kökleri keşfedilmedikçe, bu ölümcül hastalığın çaresini bulmak mümkün olamaz. Ve tarih bu tür hastalıklarla son bulan toplumların kalıntılarını anlatır² .
Şimdi aklımdan geçen dördüncü şeye gelelim: Peki, ben nasıl yaklaşır, kadınla nasıl konuşurdum? Kafamdan geçirdiğim strateji şöyleydi:
– Önce kadınla empati kurmayı, onun içinde bulunduğu sıkıntıyla ilişki kurmayı düşünüyordum.
“Zor bir gün geçiriyorsunuz, Allah kolaylık versin.” Onun verdiği cevaba göre etkileşime devam ederdim.
“Öff, beni bunaltıyor, şusu var, busu var,” gibi bir konuşma başlarsa, o zaman, “Evet, görüyorum, bunalmış olduğunuzu görüyorum, gerçekten zor, Allah kolaylık versin,” derdim.
– Sonra kendimi tanıtmak için izin isterdim, “İzin verirseniz kendimi tanıtayım, ben bu konuda yazan, çizen biriyim”, derdim. İlişkimiz hala kopmamışsa ve izin verir ise;
– Size bir mektupla yazdığım kitaplardan birini göndermek istiyorum, bu durumlarla karşılaşmanız azalabilir, size yardımcı olabilir. Müsaade eder misiniz?” gibi bir tavır içinde ondan bir adres ve telefon almak isterdim. Çocuğun adını alır ve kitapları onun için imzalardım.
– Yazdığım mektupta o durumla niçin ilgilendiğimi anlatır ve Can ne demek, Yüz ne demek, Can’ın altı gereksinmesi ne demek, anlatırdım. “O gün çocuğun özü acımıştı, ağlayışı onu gösteriyordu,”nun altını çizerdim. Kendisinin yorgun ve stresli oluşunun nedenlerini kavramasını ve çocuğa yansıtmamak için ayrı bir dikkat geliştirmesini isterdim, yazdığım o mektupta. Yine kendisinin affına sığınarak, izniyle bu site (dogancuceloglu.net) hakkında bilgi verirdim ve benim tv programlarını anlatır ve izlemesini isterdim. Mektubumu bitirirken de bana bu fırsatı verdiği için teşekkür ederdim. Ayrıca bu etkileşimin sadece bir kereye mahsus bir özel bir anlamı olduğunu ve benim bunu sürekli yapmadığımı, psikoterapist veya danışman olarak çalışmadığımı, kendimin ofisi olmadığını, ama bu etkileşimi evrenin bana verdiği bir hediye olarak gördüğümü ve çok mutlu olduğumu söyler, tatlı bebeğin yanaklarından benim için öpmesini ister, bitirirdim.
Bu mektubu yazmak ve kitapları göndermek bana emek, zaman ve paraya mal olmaz mıydı? Gayet tabii olurdu. Benim kazancım ne olacaktı, peki?
Bazı okurlarımın anlayabileceği gibi o küçük bebeğin hayatına bir nebze girebilme imkanı verdiği için yaşama, evrene tüm varoluşumla minnettar olurdum. Böyle bir hizmeti o an, o biçimde, bu çerçeve içinde verebilme fırsatını bulduğum için kendimi seçilmiş ve özel hissederdim.
Kendim için bundan daha güzel bir ödül hayal edemiyorum.
NOT: Yukarıdakini okuduktan sonra, Yıldız şöyle dedi: Benim yazılmış kitaplarım yok, yazı yazdığım internet sitem yok, televizyon programı yapmıyorum. Bunlar yok diye sessiz kalıp bu acı durumu seyredecek miyim; ağzımı açmayacak mıyım?
Güzel soru. Benim karım hem tatlı, can, hem de çok akıllı. Açık buldu mu, tutarsızlık gördü mü, hemen sorusunu sorar, bir cevap bekler.
Cevap olarak şunda mutabık kaldık: İlk yapılacak iş, o annenin durumuyla empati kurmak ve ilişki kanallarını açmaktır. Bu atılacak ilk adım. Amaç anneye suçlu hissettirmek, onu yargılamak, utandırmak değil! Amaç anneyle ilişki kurarak annenin çocuğuyla ilişkisinin bazı boyutlarının farkına vardırmak. Anneyle empati kurup ilişki kurulduktan sonra, çocuğun durumuna annenin empati kurmasını sağlamaya çalışmak, ikinci adımı oluşturur. Ve bu adımda biraz ilerledikten sonra, ilişkinin gidişatına göre bildiğiniz bazı kaynaklar –kitap, konferans, tv programı, internet sitesi, bir STK- önerebilirsiniz. Ama kesinlikle yargılamaz ve kişiyi suçlu hissettirmezsiniz.
Doğan Cüceloğlu (20.10.2013)
¹İletişim Donanımları, Remzi Kitabevi
²Bu konuda Robert B. Edgerton’un kitabını okumanızı öneririm: Sick Societies: Challenging the Myth of Primitive Harmony. Diğer bir kitap ta, Jared Diamond’un, yeni çıkan kitabı: Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed. (Bildiğim kadarıyla her iki kitapta henüz Türkçe’ye çevrilmedi.)
1 Yorum