Paylaşılan Bir Anı: “Hak Etmediğim Bir Utanç!”
"Unutamadığım, o gün orada hiç de hak etmediğim o çocukça utangaçlığım."
Değerli Zafer Özden bana bir mektup yazarak anısını paylaşmış; okuyunca zenginleştim; beni düşündürdü. Yaşam ne kadar çok yönlü ve gizemli bir süreç. Paylaştığı bu anıyı, sizleri de zenginleştireceğini umarak, izniyle paylaşıyorum.
Televizyonda, National Geographic Channel’da yaban hayatını izlerken canlanan bu anımı sizlerle paylaşmak istedim. İnsanin anılarının olması ne güzel, insanın hatırlaması ne güzel, hatırlanmak ne güzel. Esen kalın, Sevgiyle kalın. Zafer Özden
***
Evden aldığım bilmem hangi emirle köy içerisinde bulunan babama ulaşmam gerek.
İlk bakılacak mekanlar köy kahveleri tabi ki. Hatırladığım kadarıyla bizim köyde hep birden fazla kahvehane açık olurdu. Yaz müşterilerini çoğunluk işten güçten elini çeken orta yaş üstü ve yaşlılar oluştururken kış mevsimlerinde gençler de onlara katılırlardı. Her yaş gurubunun gittiği kahvehane değişik olurdu haliyle.
Böylesi bir görevle kışın kahvehaneye gelen çocuklar dış kapıya kadar gelir, ya içeriden biri tarafından fark edilerek veya giren çıkan birine derdini anlatarak görüşmek istediği kişinin dışarıya çıkması sağlanırdı.
Yazın bu konuda daha toleranslı olurduk. Dışarıya atılan masa ve sandalyelerle kahve dışına taşınan kahvehane hayatına direk temas edebilir, görüşmek istediklerimizle doğrudan iletişim kurabilirdik.
Yaz başı veya güz başlangıcı olması gerek. Okullar açık, kahvehanelerin masaları dışarıda. Babamın dahil olduğu guruba yaklaşıyorum, babama derdimi anlatmak için. Mutlak zorla alıkonuyorum etraftakilerce ki onlarla aynı masada oturuyorum. O dönemler köy ilkokulunun dört veya beşinci sınıfına devam eden, sınıfın parlak öğrencilerinden birisiyim aynı zamanda. Gruptakilerin de bu durumdan haberleri var ki, masalarında yer vermelerinin ve içecek ikramlarının karşılığında imtihan edercesine sürekli soru yağmuruna tutuluyorum. Tabi ufak tefek takılmalar, verdiğim cevaplara gülüşmeler.
Bir ara, masadakilerden ve etraftan itibar gören bizim köyden olmayan yabancı birisi lafa karışarak, başarılı bu talebeye bir soru da o sarmak istiyor. Onun isteğiyle bir kalem ve kağıt da bulunuveriyor hemencecik.
Güvenen sıcacık gözleri üzerimde karşımda oturan babam, benim babam olmanın verdiği gururla, bunun da üstesinden geleceğime kesin inanarak tebessümle karşımda oturuyor.
“Gökte uçmakta olan kaz sürüsüne yerden bir topal kaz sesleniyor:
-Hey yüz kazlar yüz kazlar! Beni de aranıza alın.
Uçmakta olan kazlar cevap veriyorlar:
-Biz yüz kazlar değiliz, bizim kadar bir daha olsa; bizim yarımız kadar daha olsa; yarımızın yarısı kadar daha olsa; bir de sen olsan yüz kaz ederiz.
Gökte uçan kazların miktarı ne kadardır?”
Haydaaa! Bu ana kadar iyi kötü durumu idare ederek gelirken, verdiğim cevaplarla gözleri sevgi ve muhabbetle bana dikilmiş babamın memnuniyetini apaçık görürken, bu olumlu ortamın ortasına düşen bombayla sendeliyorum ola ki.
Problem değil civa mübarek. Ele avuca gelir bir taraf bulamıyorum ki bir şeyler çiziktireyim.
Grup içerisinden de bazı tahminler ortaya atılıyor sonuçla ilgili ama hiçbiri tutturamıyor. Giderek tüm kahvedekiler işin içine giriyorlar.
Bıyık altından kıs kıs gülerek oturan suali soran yabancı, grup, kahvehane ve karşımda bana güveni tam olan babam. Boncuk boncuk terlediğimi anımsıyorum. Perişanlığımı ve çaresizliğimi gören gurubun üyeleri gönül alıcı bir şeyler söylüyorlar, ama ben babamı orada utandırmanın utancıyla ölüp ölüp diriliyorum.
Sonunda yenilerek pes ediyorum haliyle. Yazılı olarak aldığım problemi ertesi günü sınıfta öğretmenime, onun beni bu eziklikten birazcık olsun kurtaracağından emin olarak aktarıyorum.
Öğretmenim bana bu problemi kimin sorduğunu öğrenmek istiyor ilk önce. Sonra da bu işin benim boyumu aşacağını, anlatmış olsa da benim seviyemin çok üzerinde olduğu için anlayamayacağımı biraz da sinirli bir dille açıklamaya çalışıyor. O, kendisi de bir çözüme ulaşamadı ondan mı, problemi sorana mı, sınıfa taşıyan bana mı sinirleniyor anlamam mümkün değil tabi.
Her halükarda köyümüzdeki o kahvehanede, o masada, o grubun içerisinde babamın beni izleyen sıcak, gülen, seven gözlerime layık olduğumu ispat edememenin ezikliğiyle geziyorum artık.
Yıllar sonra Öğretmen Okulu lise kısmında El Cabir’in buluşu Cebir’le tanışmam, bir bilinmeyenli iki bilinmeyenli cebir denklemleriyle karşılaşmam altı yedi yıl önce aldığım bu yenilgimi hatırlattı. Fen derslerinde pek başarılı biri olmamama rağmen hafızama kazıdığım o problemi hiç yardım almadan, altı yedi yıllık bir gecikmeyle kendim çözdüm.
Yazık, bulduğum sonucu duymasını yürekten istediğim babam öleli üç yıl olmuştu.
Kırk altı, kırk yedi yıllık bu anıdan, ne bana bu suali soranın, ne o gün orada bulunanların yüzleri aklımda.
Unutamadığım, o gün orada hiç de hak etmediğim o çocukça utangaçlığım.
***
Değerli Zafer Özden’e bu öyküyü paylaşma olanağı verdiği için teşekkür ederim. İki düşüncemi sizinle paylaşmak istiyorum:
• Soruyu kime, ne zaman, niçin sorduğunun bir sorumluluğu var: Soruyu soran, sorduğu sorunun köy ilkokulu dördüncü sınıftaki bir öğrencinin bilgisinin çok üstünde kalan bir soru olduğunun farkında mıydı? Yoksa, bu soruyla kendisinin bilgiçliğini mi ortaya koymak istedi?
• Baba tanıklığı: Babalar yaşamlarımızda ister istemez ne kadar güçlü ve anlamlı bir yer alıyorlar. Kendileri yaşıyor olmasalar bile anılarımızda yaşıyorlar ve hayatımızı etkilemeye devam ediyorlar. Babanın gözüne girmek, babayı hayal kırıklığına uğratmamak, babanın bizimle gurur duymasını sağlamak, ne kadar önemli. Babaların aklında tutması gereken önemli bir gerçek bu. Hayatımızdaki en önemli tanıklardan biridir baba. Ne mutlu o babalara ki, bu tanıklığın bilincinde olarak evlatlarıyla ilişki kurarlar.
Doğan Cüceloğlu (09.10.2011)
1 Yorum